"Din, toplum, doğa: İnsanoğlunun üç savaşımı işte bunlardır." der Victor Hugo.
Bu kitabında "doğa" çarpışmasını ele alır.
Sürgün gittiği ve sürgün kararı iptal edildikten sonra ayrılmayıp 15 yılını geçirdiği Guernsey Adası'na ve orada yaşayan deniz işçilerine ithafen yazmıştır bu eserini.…devamı"Din, toplum, doğa: İnsanoğlunun üç savaşımı işte bunlardır." der Victor Hugo.
Bu kitabında "doğa" çarpışmasını ele alır.
Sürgün gittiği ve sürgün kararı iptal edildikten sonra ayrılmayıp 15 yılını geçirdiği Guernsey Adası'na ve orada yaşayan deniz işçilerine ithafen yazmıştır bu eserini.
Gilliat, toplumun gözünde hoş karşılanmayan, dışlanan, hatta içgüdüleri ile sürekli doğru tahminlerde bulunduğu için hakkında cadı olabileceği gibi söylentiler dolanan bir armatördür. Karlı bir günde yürürken genç bir kızın ona baktığını ve karları kazıyarak bir şeyler yazdığını görür. Genç kızı hemen tanır. Bu güzeller güzeli Déruchette'dir.
Déruchette gittikten sonra Gilliat yere bakmaya gider. Karın üzerinde "Gilliat" yazdığını görür. Başta bunu pek takmaz ve yürümeye devam eder. Ertesi günlerde Déruchette'yi aklından çıkaramaz hale gelir. Başlarda ne olduğunu anlamaz, neden sürekli onu düşler? Yalnızlık, insanları ya yetenekli ya da ahmak kılar. Sonunda onu sevdiğini kabul eder ve sonrasında 4 yıl boyunca onu sevmeye devam etmiştir. Déruchette'ye bakan amcası Mess Lethierry çok iyi bir kaptandır.
Bir gün Lethierry'nin gemisi bir kayaya çarpar ve mürettebat zar zor gemiden kurtulur. Ancak gemide, tekrar yapılması imkansız bir motor vardır. O olmadan bir daha Kaptan Lethierry gemisini yapamaz. Amcasının üzüntüsünü gören Déruchette ise motoru geri getiren kişi ile evleneceğini söyler. Kaptan Lethierry bunu kabul edip, yeğeni Déruchette'yi motoru geri getiren kişiden başka kimseyle evlendirmeyeceğini söyler. Bunu duyan Gilliat tabii ki hızlı bir hazırlık yapıp, anında teknesi ile gemi enkazının olduğu kayalıklara doğru yol alır. Susuzluk, açlık ve yorgunluk Gilliat'ı perişan etmiştir. Acaba motoru kurtarıp Déruchette ile evlenebilecek midir?
Okuduğum ilk V.H eseri buydu. Yazarın dili nasıldı bilmiyordum ama öğrenmiş oldum. Çok fazla detay işliyor. Bu detaylar o kadar fazla ki, iyi bir okuyucuyu bile yorar. İlk sayfalarda bir çok konuya değiniyor. Bu biraz sıkabilir ancak ortalara doğru yavaş yavaş hikayeye odaklanılıyor ve kitap içine çekiyor. Üstte dediğim gibi "doğa" çatışmasını ele aldığı için çoğu yerde doğa'nın güzelliklerini anlatıyor. Bu bazen sıkıyor bazen de büyülüyor, doğa'ya farklı bir bakış açısı kazanıyorsunuz. Mağaraya girdiği kısımlarda şöyle anlatımları var;
-1-
Göz kamaştırıcı hayalet artık orada değildi; göze görünmez olanın tanıklığı için meydana getirilmiş olan şey artık fark edilmiyordu ama hissediliyordu; şehvet adı verilen o titreme oradaydı. Tanrıça yoktu ama tanrısallık mevcuttu.
Mağaranın güzelliği onun varlığı için hazırlanmışa benziyordu. O tanrıça, o sedefler perisi, o esintiler kraliçesi..."
-2-
"Bu meçhul mağara, eğer şöyle diyebiliyorsak, yıldızlararasıydı. Burada en beklenmedik şekilde donakalıyordu insan. Kıyametin ışığı dolduruyordu bu mahzeni. Böyle bir şeyin gerçek olabileceğinden emin olunamazdı. Gözlerin önünde olanaksızla damgalanmış bir gerçeklik vardı. Görülüyor, dokunuluyor, orada olunuyordu, ancak inanması zordu."
Sabit bir okuma gerçekleştiremedim. Bazen sıkıldım bazen aşırı sardı, saran yerlerde detaylara indi yine sarmadı gibi. Özellikle adadan ayrılmaya yakın sürekli yeni bir olay yaşanıyordu. Yaklaşık 50 60 sayfa atlamışımdır oralarda. Göz ucuyla bakıp geçtim ne yaşanmış diye. Kitabın son 50 sayfasını hayranlıkla okudum. Bu kadar detay verip, hikayeden ziyade doğayı ele alan bi eserde okumama değecek bir son bekliyordum. Size şöyle izah edeyim; 450 sayfalık bu kitabı sırf sonu için okumaya değer kıldım. Romantizm akımının öncülerinden biri nede olsa. Kitabın bir bölümünde ki önemsiz gibi görünen bir olayın, kitabın sonunu etkileyeceğini tahmin bile edemezdim. Beni çok etkileyen sayfalar 185 ve 285. sayfalardı. Bir kısımda "yer", diğer kısımda "gök" öyle bir anlatılmış öyle bir anlatılmış ki hayran kaldım.
Sayısız ışık beneği dipsiz karanlığı daha da siyahlaştırır. Kızıl yakutlar, ışıltılar, yıldızlar. Bilinmeyen evrende fark ettiğimiz bu mevcudiyetler insanın gelip dokunması için ürkütücü birer meydan okumadır. Sonsuz yaratılış içinde ki nirengilerdir bunlar; mesafenin bulunmadığı yerde mesafeyi bildirirler. Parıldayan mikroskobik bir nokta, ardından bir diğeri, ardından bir diğeri, ardından bir diğeri; algılanamaz, muazzam. Bu ışık bir ocaktır, bu ocak bir yıldızdır, bu yıldız bir güneştir, bu güneş bir evrendir, bu evren bir hiçtir. Sonsuzluk karşısında ki her sayı sıfırdır. Bu evrenler hiçbir şeydir ama vardır. Açıklanamaza eklenen erişilmez, işte gökyüzü budur.
Dediğim gibi aşırı detaya kaçtığı için yer yer sıkacak. Ama öyle bir son var ki.. Umudunu kaybeden kişi başkalarının yaşamına çok uzaktan bakar; var olduğu hissini kaybeder, etten kemikten olması bir şey ifade etmez çünkü kendi gerçekliğini artık hissetmiyordur; sadece düşten ibarettir. Ah be Gilliat.
...