Spoiler içeriyor
"En yaratıcı ruhlar, karanlık zamanlarda ortaya çıkar." Bu filmi izleyeli galiba birkaç ay olacak ancak şuan yazacaklarım, sinema ve psikolojide tanıştığım fikirler ışığında yeniden yorumlama gereği duyduğumu hissettiğim için sizinle paylaşıyorum. Jung'un pek çok terimi içine alarak inceleme yapan çeşitli…devamı"En yaratıcı ruhlar, karanlık zamanlarda ortaya çıkar."
Bu filmi izleyeli galiba birkaç ay olacak ancak şuan yazacaklarım, sinema ve psikolojide tanıştığım fikirler ışığında yeniden yorumlama gereği duyduğumu hissettiğim için sizinle paylaşıyorum.
Jung'un pek çok terimi içine alarak inceleme yapan çeşitli yazılar okuyacaksınızdır. Bilimsel terimler ışığında hem Freud'u hem de Jung'u tekrar bir araya getiren bir filmden öte yaratıcılığın üstünlüğünün karanlıktan doğan bir ruh olduğunu bizim yüzümüze yansıtan bir tema ile ilerleyişi: Siyah Kuğu.
Kötü kız olma veya başka çeşitli çıkarımlar yapılabilir elbette ama buradaki masumluk ve kötülük yansımasına baktığımızda meselenin kötü olmaktan çok kişinin kendisine zarar verecek kadar iyi olmak isteyişi yansıyor ekrana.
Bu film hakkında güzel bir sohbetin içindeyken şöyle konuşma geçmişti Jung'un terimleriyle bir film çıkmış ve belki de çeşitli referansları var ama bu film daha çok Freud'un karanlık psikolojisini yansıtıyor.
Nina'nın deliliği diye kavramlaştırıp sunacağım bir durum var ki o da Nina'nın manipüle edilerek büyümesinin manipüle edilerek delirmesine sebep olması benim için. Annesinin fazlasıyla istismarına uğrayıp büyüyemeyen beyaz kuğu Nina'nın uğradığı duygusal şiddetin basitçe sunumu da "pasta" yedikleri sahne.
Aslında Nina, yoğun psikolojik şiddetin acısını hissedemediği için vücuduna uyaran vererek kendisine zarar veriyor ve bu zarar verdiği süreci asla hatırlamıyor. Belki de bilincinin ilk kez kendinde olup "Ben buradayım!" dediği noktada Nina, vücuduna verdiği zararı ne zaman, nasıl yaptığını anlamlandıramıyor, ki hayatıyla ilgili çoğu şeyi anlamlandıramıyor.
Bir sinemacının bana benim en sevdiğim kısa filmdir izlemelisin diyerek paylaştığı "Vincent" kısa filminde de nedensizce bir Siyah Kuğu ile benzerlik oluşturdum. Belirsizlik, karanlık ve artık bilincin iptal olup bilinç dışının dahi "YETER!" diyerek halüsinasyonları, nevrotik sancıları yarattığı evre.
Üzerinde konuştukça o kadar etkileyici bir film olduğu konusunda hem fikir oldum çünkü ya karantina sürecinden ya da filmin karmaşıklığından düşündükçe ve hakkında konuştukça başım cidden ağrıyor.
Nina, beyaz kuğuya yakıştırılırken içindeki Nina'nın hatta gördüğümüz Nina'nın asıl siyah kuğu olabileceği çok açıktı çünkü Nina'nın saf iyiliği asıl kötülüğü gösteriyordu ve Nina, aslında hiçbir anlamda masum değildi sadece dünyayı tanıyamamış, tanısa dahi durumları anlamlandıramamış ve manipüle edilerek bastırılmıştı. Ve bu yüzden balerin hocası tarafından da kolayca manipüle ediliyordu.
Ne hissettiğini, ne yapmak istediğini, o an ne yaşadığı anlamlandıracak kadar bilinci yerinde olamazdı çünkü hastalık yaratıp sıkıştığı fanusu kırmak istiyordu ve belki de kendi bilinci kendisini iyileştirmek ve kendisini bulmak için dibin en dibini gördü ve hastalanmayı seçti. Ve bu hastalıkta vücudu ve yaşadığı düzeni reddedip bu son ile bitti.
Bu yüzden de son gösteri de tam bir siyah kuğunun kötülüğünü, rahatlığını yansıtıyordu çünkü denildiği gibi en yaratıcı ruhlar, en karanlık zamanlarda doğar. Ve eğer zamanında o ruh ortaya çıkmış olsaydı yani Nina hem iyi hem kötü olma dengesini sürdürebilseydi ve saf iyiliğin aslında narsistçe bir istek olduğunu bilseydi hikayenin sonu değişebilirdi. Ve unutmadan psikolojideki bazı sonuçların da ortaya koyduğu sonuç şudur ki; narsistlik, her zaman anneye verilen bir tepkidir.
Önceki yorumuma göre her şeyi analiz etmeye çalışırken asıl çarpıcı noktaların verdiği sonuçlarda bile en tadında analizin yapılacağı bir film olduğunu da görmüş oldum. Oyunculuklar konusunda söylenecek pek söz bulamıyorum, oldukça başarılıydı
Sizce ahlak ile din ayrı düşünülür mü? Peki, ahlak nedir ve ahlakı hem dinden hem de etikten ayıran şey veya şeyler nelerdir? Meta-etik hk. ne düşünüyorsunuz?
Spoiler içeriyor
Bir deney vardı. Özellikle zamanında Nazi kamplarında sıklıkla yapılıp daha sonra günümüze uyarlanan "İnsan ahlaki olarak değer yargılarını hiçe sayıp, bu yargılar dışında ne kadar ileri giderek otoriteden uzakta karar alır?" sorusunun cevabını taşıyan nitelikte korkunç bir psikolojik deney. İsmini…devamıBir deney vardı. Özellikle zamanında Nazi kamplarında sıklıkla yapılıp daha sonra günümüze uyarlanan "İnsan ahlaki olarak değer yargılarını hiçe sayıp, bu yargılar dışında ne kadar ileri giderek otoriteden uzakta karar alır?" sorusunun cevabını taşıyan nitelikte korkunç bir psikolojik deney. İsmini inanın unuttum ama (Araştırıp bulduuum) galiba "Ahlak Deneyi" diye aratırsanız bulursunuz. Şöyle ki bu deneyde ahlaki vicdan yargılarınızı bir otorite faktörünün baskısı altında ne kadar sınır tanımaz hale getirirsiniz. Devamını "Milgram Deneyi" olarak aratabilirsiniz. Upps! Squid Game'i böyle yorumlamaya başlamak... Biraz fazla oldu, biliyorum. O zaman şu soruyu soralım (lütfen, son bölümü hafızamızdan silerek) neden ahlaki değer yargılarından girdim?
Cevap çok klasik. "Ölüm" ifadesi ve otorite kavramının her bölümde öne çıkışından. İlk bölümden sonra odaya gidip Abime bizzat Milgram Deneyi'ne çok benziyor dedim. Bu diziyi izlememi sağlayan 4 yaşındaki öğrencilerime, Kadıköy sokaklarına yerlere Squid Game kartı atanlara teşekkür ederek devam ediyorum.
Ana nokta: Para. Peki, asıl soru şu bu dizide otorite "para" mı yoksa "bu oyunu kuran kişi/ler mi?". Ben bu sorunun içinden pek çıkamadım. Bölüm ilerledikçe kendinizi bu oyunlara katılmış olarak hayal ettiğiniz de bir sonraki oyunda ölecek olmanıza mı takılırdınız yoksa birilerini öldürecek olmanıza mı? Bu soru biraz tren sorusuna benzedi. Tabi evrilmiş halde biraz. Genel olarak dizinin ilk amacını çok beğendim ve çok büyük keyif verdi. Bir deney yapar gibi başladı. Eleştirel bir yapım olma özelliğini korumak isteyip eğer devam etme kararı verip, son bölümü çekmeselerdi şayet belki hakkında daha çok konuşulurdu. (Daha ne kadar konuşulabilirse?)
Aslında bu kadar çok konuşulmasının, bu kadar çok tepki almasının ve bu kadar fazla etkilemesinin nedeni galiba zeka işi olması. Etkileyici bir şekilde kurgulanabilir bir hali var. Özenilerek hazırlanmış. Evet, eksiklikleri var ama kabul edelim son zamanlarda gerçekten böyle bir yapım izlemeye ihtiyacımızın oluşunu. Benim için dizileri izlenebilir kılan bölüm bitişleri, bölüm sonundaki kurgu. Ya çok etkileyici bir mesaj vermeli ya da diğer bölümü merak ettirmeli, ki bu dizide her ikisi de vardı. Person of Interest izlerken çok yaşardım bunu. Biraz o keyfi almış olmak, diziye karşı daha fazla meraklı hale getirdi beni.
Oyunların, daha doğru ifadeyle kayıpların insan üzerinde sağladığı bilinci ve sosyal sınıf farklılıkları içinde hala "Eşit şartlarda" ifadesinin kullanılması, son üç kişi kaldığında giyinilen kıyafetlerin sadece "tek cinse" ait oluşu, erkeklere, birçok şeye karşı yapılan küçük eleştiriler. Bu küçük tabiri benim henüz o topluluk hakkında pek fazla bilgiye sahip olmayışımdan kaynaklanan ifadeyi daha etkileyici hale getirmek için kullandığım mecaz. İçgüdüsel olarak herkesin yalnız ölme korkusundan grup kuruşu, bu gruplarda ilişki başlatabilmek adına "isim" sormak ve bir bağ kurma çabası ve her yerde eksik olmayan "zorbalık", ek olarak da uyuma vakitlerinde kişilerin kuraldışı bir durumla karşılaştığında "kolaylığı" seçmek adına "öldürme" eyleminde bulunuşu (Egolarını keşfetmeleri).
Zaten insan genellikle kötü değil bencil olma eğilimine sahiptir. Joker filmininde de bu kadar ilgi görme nedeni buydu. Bir şema yok, insanların durumlara ve olaylara bağlı olarak ahlaki açıdan ne kadar sapacağı ve yaşadığı şartlarda bu durumun neyi ifade ettiği var. Ahlak işte tam da bu. Eğer irade ve bilinç sahibiyseniz ve benliğinizi tamamlanabilir kıldıysanız ne aşırı toplumcu ne de aşırı bencil olursunuz. Tıpkı o cam oyunundaki gibi doğru olan camların üzerinden hızlıca atlar, dengeyi korursunuz (bu benzetme şahsiydi, dizideki anlamını hiç sorgulamadım).
Aslında sosyolojik ve psikolojik çok alt anlamlar yüklenebilir bir dizi olmuş. Ama neden o son bölüm?! Neyse.. Bu kadar ilgi görmeyi hakketmiş.
Bu arada "Unfolded (OST)" müziğine baaa-yııl-dıım!
“bu odayı veya müziği biz istemedik davet edildik sadece. bu yüzden, madem karanlık etrafımızda dönelim yüzümüzü ışığa. bolluğa minnettar olmak için katlanalım zorluklara. keyfin tadına varabilmemiz adına acı verilmiş bize. ölümü reddetmemiz için hayat verilmiş bize, bu odayı veya müziği…devamı“bu odayı veya müziği biz istemedik davet edildik sadece. bu yüzden, madem karanlık etrafımızda dönelim yüzümüzü ışığa. bolluğa minnettar olmak için katlanalım zorluklara. keyfin tadına varabilmemiz adına acı verilmiş bize. ölümü reddetmemiz için hayat verilmiş bize, bu odayı veya müziği biz istemedik fakat madem buradayız dans edelim gitsin.”
11.22.63
"Önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır." Bugün büyük bir tembellik ederken Twitter'da karşıma çıktı. "Le monde est a nous" repliğiyle gifi görünce izlemeliyim diyerek açıp izledim. Ne izledim az önce dersiniz ya gerçekten şu son sahnede o tepkiyi verdim. İyi…devamı"Önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır."
Bugün büyük bir tembellik ederken Twitter'da karşıma çıktı. "Le monde est a nous" repliğiyle gifi görünce izlemeliyim diyerek açıp izledim.
Ne izledim az önce dersiniz ya gerçekten şu son sahnede o tepkiyi verdim. İyi yönde. Film içinde genel olarak gündelik akışı izliyor olsak da aykırılık, yok sayma, ırkçılık, yokluk, müzik... Genel olarak protesto izledik. Aklıma nedense sadece bir-iki bölümünü izlediğim "The Wire" geldi, sebebini hiç bilmiyorum.
Bu üç arkadaşın içindeki o hırsı ve isyanı izlediğimde en dikkat ettiğim karakter Hubert oldu. İçindeki öfke onu kurtuluşa götürecekmiş hissini gördüm. Üçü de amaçsız, arayış ve öfke içinde olan üç arkadaş. Yoksulluk, düşüş yaşayan toplum... Tam sosyolojik analiz yapılacak derinlikte ama çok da sürükleyici filmdi.
Ve tuvaletteki o konuşma. Aynadaki geçiş. Benim için en etkileyici sahnelerindendi.
Spoiler içeriyor
Histrionik veya narsisistik kişilik bozukluğu: Topluma uyum sağlama çabası arasında aklını yitirme noktası. Patrick, tüm sahne boyunca mimik ve jestlerinde klasik manipülatif teknikleri kullanırken filmdeki kopukluğun nedenini "bağ"lanmayan konulara getirsem de kendi aklımca çözemediğim çok şey oldu. Yine de uzun…devamıHistrionik veya narsisistik kişilik bozukluğu: Topluma uyum sağlama çabası arasında aklını yitirme noktası. Patrick, tüm sahne boyunca mimik ve jestlerinde klasik manipülatif teknikleri kullanırken filmdeki kopukluğun nedenini "bağ"lanmayan konulara getirsem de kendi aklımca çözemediğim çok şey oldu. Yine de uzun süredir yalnız başıma film izleyememeye bir ara vererek çok sürükleyici şekilde bu filmi izledim.
Narsisistik kişilik bozukluğu veya histrionik kişilik bozukluğunun altında genellikle "onaylanma" arzusu yatar. Kişi sürekli onay alma çabası için istemediği durumları dahi kabul eder, kabul ettiği durumlarda aklını ve ruhunu fazla zorlar ve bu döngü içinde yavaş yavaş benliğini -özünü- kaybeder. Son sahnede herkes birkaç düşünce belirtmiş. Esas olan da bu zaten pek çok tahmin, pek çok düşünce ama birbirine bağlanamayan, kopuk bir film süreci... Bilmiyorum fark eden oldu mu ancak ben birkaç sahnede özellikle Patrick'in dedektif ile yemek yediği sahnede Patrick'in sanki görme engeli varmış gibi atak geçirmesini izledim gibi geldi.
Toplumla toplumlaşma (toplumsallaşma değil), empatiden yoksun empati kurabilen rollere bürünme, gerçekçi ve doğru olmama, olduğun kişiden çok olman gereken kişiye önem veren bir topluluk içinde kişinin sadece kendisi için değil toplumdaki onay dürtüsü için kendine bakması arasında çeşitli düşünceler içindeyken özünü arayan ruh sağlığı yitik bir adamın şiddette özünü bulma çabasıydı izlediğim bence.
Hastalıklı olduğunu bilen, iradesinin zayıf olduğunda hemfikir, kendisini içten içe aşağılayan (aşağılık kompleksi = narsistlik) Patrick. Özellikle kadınları öldürmesini istemesinin altında pek çok tahminim var ama ilk defa, ya hastalığın verdiği bir durum ya da uzun süredir analizlerden uzaklaşmamdan kaynaklanıyor, bir film hakkında çok detaylı yorum yazamıyorum.
Aşırı cahil kalmanın zararı olduğu gibi aşırı entellektüelleşmenin de zararları vardır bir toplumda. Uyanık bir bilinç ile her şeyi bilen bir bilinç aynı değildir benim için. Kişi aydınlandığı anda hiçbir şey bilemediğini fark eder fakat her şeyi bildiğini zannettiği noktada kimsenin onun derecesine gelemeyeceğini ve her şeyi tüketen bir iç çekişmenin sonucunda kendisinin de bu bilgiler içinde ulaşılamaz bir donukluğa ulaştığını ve artık ilerleyememenin verdiği boşlukla o boşluğu doldurmanın yolunu başka şekilde aradığını görürüz hep. Bu belki şiddete dayalı bir eğilim, belki pasifleşmeye ve belki de sona doğru giden bir yolu izler. Patrick, çözümlenmesi çok zor ama bir o kadar da zayıf olduğuna inandığım bir karakterdi. Film genel olarak birçok mesajı da içine alıyordu. Tüm şiddetin arkasında olup empatinin ana yüzü olmanın da eleştirisi vardı, bunlara ses edemeyecek kadar zayıflığa sığınıp imaj, görüntü, onaya bel bağlamanında. Her toplumda görülen bir durumu sinemaya taşımışlar. Romanının da daha ağır olduğu söyleniyor.
"Artık aşılacak engeller yok. Tek ortak yanım kontrol edilemez bir akıl hastası olduğum. Kötü ve şeytaniyim. Tüm sebep olduğum olayları ve onlara aldırmaz tavrımı artık geride bıraktım. Acım sürekli ve keskin. Hiç kimse için daha iyi bir dünya dilemiyorum. Hatta acımı başkalarına yüklemek istiyorum. Kimse kaçamasın istiyorum. Tüm bunları itiraf ettikten sonra bile kötülükten arınamıyorum. Cezalandırılmaya devam ediyorum. Kendimle ilgili daha derin bir bilgi edinemiyorum. Anlattıklarımdan elde edilecek yeni bir anlam yok. Bu itirafın anlamı yok.”
Denemeyi bırak Kiki. Öğlen uykusuna yat, yürüyüş yap... Sana ilham gelmesini bekle. Evet, replik tam bu şekilde değildi. Animeyi izlerken yarıda bölmek istemedim. Miyazaki'ye anti-depresan gözüyle bakıyorum hep. Eski animelerin içine daldıkça izlemek çok keyifli oluyor. Anın tadına varmak bir…devamıDenemeyi bırak Kiki. Öğlen uykusuna yat, yürüyüş yap... Sana ilham gelmesini bekle.
Evet, replik tam bu şekilde değildi. Animeyi izlerken yarıda bölmek istemedim. Miyazaki'ye anti-depresan gözüyle bakıyorum hep. Eski animelerin içine daldıkça izlemek çok keyifli oluyor. Anın tadına varmak bir yana bir animeyle beraber uzun zamandır koruduğun donukluğuna bir ara verip hayal kurmaya başlıyorsun. Miyazaki yapıyor yine yapacağını: 10/10.
Spoiler içeriyor
Her bölümü ters köşe olan Türk polisiye/dram dizisi: Masum. Sinematografisi, castı ve müzikleri: 10/10. Toplumda akıl sağlığını koruyabilmenin tek yolunun akıl sağlığını bozmaktan geçtiği ya da akıl sağlığı iyi olan herkesin bir zamandan sonra akıl sağlığını tercihen bozmak istediği sosyolojik/psikolojik…devamıHer bölümü ters köşe olan Türk polisiye/dram dizisi: Masum.
Sinematografisi, castı ve müzikleri: 10/10.
Toplumda akıl sağlığını koruyabilmenin tek yolunun akıl sağlığını bozmaktan geçtiği ya da akıl sağlığı iyi olan herkesin bir zamandan sonra akıl sağlığını tercihen bozmak istediği sosyolojik/psikolojik sıkıntıda olduğu topluma ne ad verilir? Bunu bir bölümde Haluk Bilginer bize hiç konuşmadan hatta mimik dahi yapmadan sunuyor. En beğendiğim sahne gerçekten o oldu. Masum; görmezden gelmelerin, şiddetin, bastırılmış öfkenin, sağlıksız ailenin, iletişimsizliğin tablosu. Her bölümde varsayımlarla ilerliyorsunuz. İlk iki bölümü anlamakla, kalan bölümlerden birkaçı tahminler sunmak ve olayı çözmekle ve son bölümlere doğru da şaşırarak geçen 8 bölümlük mini dizi.
Ataerkil bir toplumun tablosu. Bastırılmış şiddetin sonuçları. Pasif iletişimin yarattığı boşluk. Bu üçüde bu dizi için geçerli başlıklar bana göre. Cevdet Bey, ilgisini ve hissettiklerini gizlemeyen fakat konu canını sıkacak bir duruma döndüğünde duymamazlığa vurduğu, vurdumduymazlığı çözüm olarak sunan karakter. Anneleri "gerçekçilik" adı altında duygusal olarak insanları istismar eden aşağılayıcı tavrıyla çocuklarında ilgi/sevgi boşluğu yaratan diğer bir karakter. Taner, şiddete eğilimli olmayan ama içinde biriken kırgınlığı, öfkeyi dile getirmeyerek Pasif Agresifliğin (bu sıralar üstünde çalıştığım konu olduğu için sıklıkla her yazımda, eğer rastladıysam bu duruma, bulunuyor) dışa vurumuyla şiddete eğilimli hale gelen Cevdet Bey'in büyük oğlu. Ve gelelim Tarık'a. Aslında Okan Yalabalık'a... Şizofreniyi bize çok gerçekçi ve çok rahatsız edici şekilde sunan büyük bir oyunculuk sergiliyor. Muhteşem bir rol üstleniş. Toplumun gerçeğinden kopan Tarık, toplumdaki-bulunduğu durumdaki gerçeği reddeden ailenin sonucu olan bir karakter Tarık. Masum mu peki? Hayır. Genel çerçevede bu ailenin üzerinde dönse de konumuz asıl bir konu var ki yarım bırakılmış olmasını anlayamıyorsunuz.
Diziyi izlediğinizde herkesin gerçeklikten koptuğunu, üzerinde düşündükçe fark ediyorsunuz. Şiddeti görmemeyi seçip şiddete bahane uyduran, hastalığı görmemeyi seçip hastalığa da bahane uyduran, aldatılmayı ve ölümü de görmezden gelip bahaneler uyduran bir döngü. Yardım çığlıklarının sonucu hep aynı. Önce bulunan durumdaki inkarı ve durumun gerçekliğini gören insanlar daha sonra durumu değil bahaneleri kabulleniyorlar. Normalde herhangi bir patolojik durumla yüzleşen insanlar, psikolojik olarak önce inkar daha sonra direnç gösterir ve en sonunda olayı, durumun gerçekliğini kabullenirler. Başa gelen komiserler etikliği çiğneyip ahlaki bir yoksunluğa gidiyorlar ve toplum olan bizler de bunu direnç göstermeden kabulleniyoruz ya da kabullenmek mecburiyetinde kalıyoruz. Gerçeği bilen kimler peki? Bir avuç meraklı insan.
Çok gerçekçi ve çok rahatsız edici bir diziydi. Başarılı buldum.
10/10.
Stalin... Yine romantik sovyetçi ruhuma basan eşsiz marş... Neyse. Konuya döneyim ben. İlk bölüm: Hitler. Führer'i (!) o kadar hatmetmişim ki hiçbir sürprizle karşılaşmadım. Tek karşılaştığım ve beni şok eden gerçek o zamanın (Hitler'den öncesinin) Almanya'sının bu zamanki Türkiye ile…devamıStalin... Yine romantik sovyetçi ruhuma basan eşsiz marş... Neyse. Konuya döneyim ben. İlk bölüm: Hitler. Führer'i (!) o kadar hatmetmişim ki hiçbir sürprizle karşılaşmadım. Tek karşılaştığım ve beni şok eden gerçek o zamanın (Hitler'den öncesinin) Almanya'sının bu zamanki Türkiye ile benzerlikler taşıması. Tüm demagogların uyguladığı patolojik stratejileri sunuyor ve sonucunda despotluğa nasıl dönüştüklerini anlatıyor. Maddeler halinde nasıl bunu başarabilirize bakıyoruz. Kısa olması izlenmesi için makul. 27-30 dakika içine neredeyse bilmeniz gereken her şeyi sıkıştırıyorlar. Çizimsel anlatım da belgeseli daha eğlenceli hale getiriyor. Politikaya, stratejilere, algı yönetimine ve gibisine ilginiz varsa kaçırmayın.
Netflix, belgesel türünde kendini o kadar profesyonel hale getiriyor ki izlememek için pek neden bulamıyorsunuz.
Ufak bir not: “Herkes zorba olabilir.”