İzlemek için film ararken İskandinav sinemasından,Rus sinemasına,İran'dan ,İspanyol sineması derken soluğu Kore sinemasında bu filmde aldık.İyiler kötüler dünyasında illa da iyilik diye tuttururken ,kötüler kötülük senfonilerini iyilerin kulaklarına kulaklarına çalarken tesadüfler ardışık sayılar gibi peş peşe ilerlerken ahhh biricik ,sevgili…devamıİzlemek için film ararken İskandinav sinemasından,Rus sinemasına,İran'dan ,İspanyol sineması derken soluğu Kore sinemasında bu filmde aldık.İyiler kötüler dünyasında illa da iyilik diye tuttururken ,kötüler kötülük senfonilerini iyilerin kulaklarına kulaklarına çalarken tesadüfler ardışık sayılar gibi peş peşe ilerlerken ahhh biricik ,sevgili ,nankör paraa peşinde kandan adımlarla elden ele dolaşırken bu cümlenin sonu gibi gelmeyen bi sonla izletti kendini bu film.Buraya kadar geldiysen filmi de izleyecek sabır var demektir sende.Tüm o ölümleri, kanı izlerken kafamda John Denver Annie's Song çalarak öyle bir iç huzuruyla izletiyor yönetmen. Yanlış bir hikayeyi doğru dille anlatınca böyle oluyor demek ki.Ne diyelim kötüler kanlarında boğulurken kanlarını temizlemek yine biz iyilere kalıyor ,tabi bi çanta dolusu parayla.Kader mi,karma mı?Sonuç dinsizin hakkından imansız gelir.
Küçük bir anı meselesi... Geçenlerde küçükken yapmaktan çok hoşlandığım ,hafiftende unutmaya yüz tutup pembeleşmiş alışkanlığımin rüzgarıyla babamin peşine takılıp kendimi çocukluğumun ikliminde bilmediğim bir maceranın peşine attım. Babam yılların üzerine bir ayrıcalık bir prestij gibi yerleştirdiği köy yaşamının verdiği kadim…devamıKüçük bir anı meselesi...
Geçenlerde küçükken yapmaktan çok hoşlandığım ,hafiftende unutmaya yüz tutup pembeleşmiş alışkanlığımin rüzgarıyla babamin peşine takılıp kendimi çocukluğumun ikliminde bilmediğim bir maceranın peşine attım. Babam yılların üzerine bir ayrıcalık bir prestij gibi yerleştirdiği köy yaşamının verdiği kadim bilgelikle günümüz envai çeşit işlem görmüş un kullanımını boykot edip bu gdolu gidişe son vermek için biraz buğday alıp vadinin eteğinde akan çay üzerine kurulmuş taş degirmene doğru yola çıktı.Tabi ben de peşinden.Baharin soluğunu yeni yeni hisseden doğa üzerindeki kış yorgunluğunu usul usul atıyor olacaktı ki ağaçlar yeşile durmuş, kuşlar da bahar senfonilerine başlamıştı. Bu manzaraya bir Karadenizli olarak zaten alışkındım lakin bir asra yakın zamana şahitlik etmiş bir taş değirmen alakamin ibresini epey zorlamıştı. Geniş tahta kapisi gıcırdayarak açılırken kendimi eski zamanlardan bir anda yaşayan gelecekten gelmiş ve bunun bilincinde bir kayıp zaman yolcusu gibi hissettim.Birazdan civar köylerden yükünü alan katarlar bu değirmene uğrayacak, bugün benim haberdar olduğum hicbir şeyden habersiz kendi zamanlarınin gündemini tartışırken bir yandan da buğdaylarını öğüteceklerdi.Kimbilir kılık kıyafetime bakıp biraz garipser tavırla bana bakacak fakat yine kendi gündemlerine tekrar döneceklerdi.Kapi açılırken bir anda tarihin karanlık sayfaları aydınlanıyor,kum saatindeki kumlar aşağıdan yukarıya akıyordu.Kapi açılınca tüm akış durmuş, aynı nehirden kimse iki kez yikanamamış ben de kendi vakti devrime geri dönmüştüm. Değirmenin içini yavaş yavaş keşfetmeye çıkarken milenyum cağı insanın ölümsüzlük mihengi olan fotoğraf çekimime başlamıştım. Bunları ölümsüzleştirmek sevdiklerimle de bunu paylaşmak için birkaç fotoğraf yetmişti.Oysa insan zihni bir makineden daha marifetliydi.Cunku insan zihni her bir kareye duyguları da kaydediyordu.Yapay makinelerin belki en büyük kusuru da bu olacakti.Herbir aleti bir mirasa dokunur gibi incelemiş zamanın ruhunun bu aletlere sirayet ettiğini düşünürken kendimi biraz da şaman gibi hissetmiştim.Bugdayin koyulduğu tahta aletler,buğdayı ezen devasa taşlar, su döngüsünü sağlayan su çarkları, arkları ve ortalığa yayılan mükemmel bir un kokusu. Bu kokuyu alan insan gerçek un kokusunun ne olduğunu unutamaz.Tum bu aletleri incelerken gözüme bir çivi de asılı kulplu demir tas takıldı. Ne olduğunu taş değirmen hususunda bir Ilber Hoca kıvamında olan babama yöneltince elimdeki bu şeyin Ali Baba ve Kırk Haramilerdeki altınları ölçecek altin tasi değil de (ki öyle de olabilirdi,karakteri çok uygundu) değirmen sahibinin un öğütmeye gelenlerden buğday hakkini alırken kullandığı bir olcu aleti olduğunu öğrendim.
Hak tası...Zihnimde yankılanan nadide kelimelerden biriydi artık.Zihnimin durgun sularına atılan bir taştı ve giderek haleleniyordu.Hesap günündeki hak tasını ve adaletini düşündüm.Buna pek benzemeyeceğı kesindi .Günümüz hassas terazileri gibi de değildi muhtemelen.Boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hak talep edeceği kadar hakla dolu bir adalet anlayışı. Dünyadaki heyelan ,hezeyan haline gelmiş haksızlıkları, uzayıp giden adaletsizlikleri, çağlayanlar haline gelmiş harami anlayışları tartacak bir hak tası bulabilecek miyiz gideceğimiz yerde?Kendimize yonttugumuz ,başkalarından cirptigimiz hakları ölçecek hassas fikir,gönül terazilerimiz var mi varsa kefeleri doğru mu ?Dünya bir yerlere savrulurken birer Don Kişot edasıyla haksızlık devlerine saldirdigimizi zannederken yel değirmenlerinin hakkını yiyor muyuz acaba?Birinin değil de bininin hakkına giriyorsak ya da...Hak tası..Sen de bilmezdin herhalde.Gun gelip buğday olcmekten başka bir meçhulun zihninde kıyametler koparacağını.
Hak tasasıyla dolu gönüllerimiz de bir de hak tasının olması dileğiyle...
Ahh erkekler.Doğurduğumuz,büyüttüğümüz ,sevdiğimiz,öldürdüğümüz ve öldürüldüğümüz yaratıcının kadının denkleminde eşitliğin diğer tarafına koyduğu az bilinmeyenli değişken. Bol metaforlu,simgeli her sahnesi canlı bir resim sahnesi keyfinde akan sanat resimleri kıvamında bir film.Filmde başrol kadının bir derdi ,yönetmenin de ayrı bir derdi var.Bir…devamıAhh erkekler.Doğurduğumuz,büyüttüğümüz ,sevdiğimiz,öldürdüğümüz ve öldürüldüğümüz yaratıcının kadının denkleminde eşitliğin diğer tarafına koyduğu az bilinmeyenli değişken.
Bol metaforlu,simgeli her sahnesi canlı bir resim sahnesi keyfinde akan sanat resimleri kıvamında bir film.Filmde başrol kadının bir derdi ,yönetmenin de ayrı bir derdi var.Bir erkeğin gözünden kadının gözüyle erkek kavramı nasıl irdelenir görmüş oluyoruz.Filmde kadın ve doğanın uyumunu,birbirleriyle oynayışını izlerken pamuk gibi oluyorsunuz.Ta ki erkek bu oyuna girene dek.Sonrası tedirginlik ve endişe.Deliliğin sınırlarında kadın erkeğe sorar.Benden ne istiyorsun? Cevap :Aşkını.
Kısa ve net.Ama bu oyunda biliriz ki.Aşkla yetinilmez.Aklını ...Yetmez.Canını...
Zamanın ayak seslerini duyuyorum Bir vedanın sesleri gibi yanıbaşımda Titremeler,haykırışlar boşuna Kim durdurabilir atmaktan yorulmuş Kalbin gidişlerini.
Bugün bir filmden , bu filmden bahsetmek istiyorum sizlere."Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar. Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir."diyor Tolstoy.Bu film ise başka şeyle bir soygunla. Çevrilmiş ismi "Nefes Alma" Alma ki soluğunun…devamıBugün bir filmden , bu filmden bahsetmek istiyorum sizlere."Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar.
Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir."diyor Tolstoy.Bu film ise başka şeyle bir soygunla. Çevrilmiş ismi "Nefes Alma" Alma ki soluğunun sesi biçimlenip görünür hale gelmesin.Kulak için ikinci göz derler.Görme yetisini kaybeden bir insanın seslere karşı bir hassasiyeti gelişiyor muhtemelen.Okuduğum,izlediğim şeyler çoğu kez bir lezzet bıraksa da yazma isteği uyandırmazlar pek.Fakat bu film zihnimin farklı klasörlerine dokundu.Klasörler dağılınca toplamak adına bir şeyler yazmak iyi olur diye düşündüm.Sinematografi konusunda allemeyi cihan değilim.Fakat müzik ve görüntünün estetize olması çok önemli.Bunları görmezden gelmemi sağlayacak tek kapatıcı da filmin iyi bir mesaj vermesi.En azından bana.Bu film de ikinci noktadan yakaladı beni.Filme gelecek olursam 3 kafadar soyguncunun emekli bir askerin evine girerek evde olduklarını düşündüğü 300.000 doları çalmak istemeleri.Klasik soygun filmi mi evet ilk bakışta.Fakat ayrıntılara girince iş biraz karışıyor.Soyguncuların bu iş için belli sebepleri var.Birisi kızıyla yeni bir hayata başlamak adına kızı için diğeri sevdiği kadın öbürü ise zevk için.Karakterleri bu soyguna motive eden şey sevgi ve bu sevginin getirdiği zaaf oluyor en nihayetinde.Kurguyu yazan size evet suçlular ama haksızlar mı bazısı için haksız da sayılmazlar dedirtmek istiyor.Bu hırsızları kötüleyin ama acıyın da, olmaz mı.
Soyguna maruz kalacak kişi Irak işgalinde görme yetisini kaybetmiş emekli bir asker.Varlıklı bir ailenin kızının yaptığı bir kazada kızını kaybetmiş aynı zamanda.Hem gazi (Amerikan ulusu için),hem âmâ hem de acılı bir baba.Kötülük yapılabilecek Amerika'daki en son insan.Mağdur üstü mağdur bir adam.Ama çalınacak dolarların kızının kazasında sus payı olarak verildiğini öğrenince bir yazıklar olsun demeden geçemiyorsunuz, kızının kanıyla kazandığı para ancak çalınarak temizlenir.Velhasıl eve girildiği dakikalarda soygunculardan birini öldürüyor ev sahibi.Ilk ölen de ölmeyi en çok hak eden oluyor.Siz de zaten gıcık olmuştunuz muhtemelen.Bundan sonra olayların ve kavramların seyri değişiyor.Suçlu,güçlü,haklı,av,avcı tepetaklak oluyor.Soyguncular görünmemek için nefes bile alamıyorlar.Kadın soyguncunun yaşamla para arasındaki her tercihinde parayı seçmesi sizi epeyce huzursuz ediyor.Ölümle hayali arasında gidip geliyor bir sarkaç gibi.Sizi kızdırıyor bu tercihler kaç, kurtul deseniz de olmuyor.Gerçek yaşamda makul görünse de kurgu olunca abes kaçıyor.Film boyunca acıma ekseniniz ev sahibinden hırsıza kayıyor.Adalet pusulanız da güneyi gösteriyor artık.Evin bodrum katında kızına çarpan kadını kelepçelenmiş halde görünce demek buymuş nedeni diyorsunuz.Üstelik kadın kendi çocuğuna hamile.Irkiltici bir adalet algısı.Çocuğunu öldüren eller şimdi çocuğuna hayat verecek.Aldığını geri verecek bir takas.
Bence filmin asıl başrolü paraydı.Verilme nedeni,çalınma sonucuyla yetişkinlerin dünyasında bir o yana bir bu yana savrulan kağıtlar.Bir çocuk ölür,bir çocuk yaşar.Paranın tarihi de nihayet şanlı değil kanlıdır.Filmin sonunda kimse haklı , masum değil kirlidir.Çocuklar istisna...
Martin Eden.Londonlı gerçeklikten Edenli kurgusallığa akışın keskin,sınırsız ,olağan bir biçimde evrildiği bir 20.yüzyıl Amerikan rüyası(!) romanı. Kitap Eden’in doğumuyla başlıyor. 21 yaşında soylu burjuvazi dünyasına gözlerini açıyor.Morseların evine attığı çekingen,kaba,hantal ilk adımla güzelliğe,aşka,edebiyata bilincinin tüm duyularını vakfediyor.Soylu ve solgun güzel…devamıMartin Eden.Londonlı gerçeklikten Edenli kurgusallığa akışın keskin,sınırsız ,olağan bir biçimde evrildiği bir 20.yüzyıl Amerikan rüyası(!) romanı. Kitap Eden’in doğumuyla başlıyor. 21 yaşında soylu burjuvazi dünyasına gözlerini açıyor.Morseların evine attığı çekingen,kaba,hantal ilk adımla güzelliğe,aşka,edebiyata bilincinin tüm duyularını vakfediyor.Soylu ve solgun güzel Ruth Eden’e aşkın aşkın gücünü gösteriyor.Eden için hayatta yeni yollar ve amaçlar açılıyor.O artık sevgilinin bir busesi için canını vermeye hazır çılgın aşık evresine giriyor.Doğum dememin sebebi de aslında burda başlıyor.Yaşamak için bir sebebi olmayan rüzgarın önündeki yaprak misali savrulan Eden yaşamında ilk kez bir amaca tutunuyor.Bu amaç da onun gerçek doğumu aynı anda sonun başlangıcı oluyor.Aşka layık olabilmek için okuyor,okuyor,okuyor Eden.Ruth’a ,onun asilliğine,ahlaki değerlerine,beğenilerine ulaşabilmek için yoksulluk uçurumundan burjuvazi zirvesine kendini paralarcasına tırmanmaya gayret ediyor.Kitap boyunca buna tanıklık ediyoruz.Amerika’nın yoksul gettolarını,açlığı,veresiyeyi,kiraya verilen eşyaları,19 saat çalışan asgari ücretliliği.Kitap boyunca katman katman açılan evrensel yokluğu,sınıf farklılığını.okudukça da yazıyor Eden.Yazmak bir zorunluluk haline gelene kadar okuyor Eden.Sonra okunulmak ihtiyacı ve Ruth’a layık olma hayaliyle defalarca reddedilse de yazdıkları dergilere,gazetelere gönderiliyor.Parasız,ünsüz yazar yazar olamayacağı için hayallerinden vazgeçsin istiyor Eden’in tüm çevresi.Yazarak yaratma,yeniden şekillendirme,’’aydınlansın diye şu kirli yüzler’’ asıl amaç olunca yazmaktan değil yar olmaktan geçiyor Eden.Sonrasında herkes sırtını dönüyor.Kitabın burasına kadar burjuvazinin soyluluğuna aşkın yüceliğine inanan Eden yaşamda bir amaca tutunup yazdıklarının bir gün ınsanlara ulaşacağı inancıyla öldürücü yoksulluğa inat yaşama tutunuyor.Gün geliyor Eden ‘in ünü Amerika sınırlarını aşıyor.Kitapları yok satıyor.Eden’in elinde ikiyüzlü bir aşk,nihilizmden
,sosyalizme,bireyciliğe her fikre bulanan ama hayatında tatbik edemeyen bir Eden kalıyor.özünü yitirmiş kabuk bir adam.Dosto’nun dediği gibi ‘’Hayattan çok şey öğrenen insanlar neşeli ve mutlu kalamazlar.’’Çok şey öğrenmenin bedeli de yaşayarak ödenmiyor.Yaşamının sağlamasını zıddıyla yapmak istiyor Eden tıpkı nasıl mücadele ettiyse yaşarken.
Şimdi diyebilseydim derdim Eden’e.’’Her ihanet sevgiyle başlar.
’’Yirminci yüzyıl bir kelebeği bile intihar ettirebilir.’’
Londan Eden’i yazdı,Eden ise London’ı yaşadı ve yaşattı.London yazdığı için yaşadı,Eden yaşadığı için…
‘’Onu burada bırakma,üşür.’’Marcus… Bizim de içimizdeki Fanny’i öldürdüler.Birileri yaptı bunu.O birileri kim bilmiyoruz.İçimizde,dışımızda durmaksızın birileri, bir şeyleri öldürüp duruyor.Yaşamak, bu tekrarlanan ölümlerden arta kalanlarla devam etmek oluyor. ‘’Yalnız kalmak istiyorum.’’Lucas… Hepimiz sürekli kazıyoruz o mezarı.Bazen toprağa,bazen kafamızın içine,bazen de yüreğimizin…devamı‘’Onu burada bırakma,üşür.’’Marcus…
Bizim de içimizdeki Fanny’i öldürdüler.Birileri yaptı bunu.O birileri kim bilmiyoruz.İçimizde,dışımızda durmaksızın birileri, bir şeyleri öldürüp duruyor.Yaşamak, bu tekrarlanan ölümlerden arta kalanlarla devam etmek oluyor.
‘’Yalnız kalmak istiyorum.’’Lucas…
Hepimiz sürekli kazıyoruz o mezarı.Bazen toprağa,bazen kafamızın içine,bazen de yüreğimizin orta yerine.Kendi Fannylerimizi gömüyoruz oraya.Hava hep yağmurludur mezarlarımızı kazarken.Güneşli günde kazılmaz iyi mezarlar.Yalnızlık en ön sıradan ayırtır yerini sahnedeyse büyük acılar.
‘’Fanny nerede ki?’’Klara…
Dünyanın en masum şeyi çok masum soruyu sorar.Oysa ilk taşı o atmış,ilk kazmayı o vurmuştur.En büyük günahları da en masumları işlemiyor,en büyük acıları da en masumları çekmiyor mu?Masumiyetten doğan iki nehir ömür yatağında bambaşka yerlere nasıl dökülür?Biri berrakken biri nasıl bulanıklaşır?
‘’Tanrı’nın evine hoş geldiniz?’’Peder…
Evrenin en kalabalık,en karmaşık,en eski evi.Dünya.Suçluların,suçlanmışların,suçlanacakların evi.En büyük aşklar,nefretler,savaşlar,barışlar bu evin içinde.
Suçsuzsanız ve suçlanmışsanız masumiyetinizi nasıl anlatabilirsiniz?İnsanların yasalarıyla mı,itilip kakılarak mı,dimdik ayakta durarak mı?Gözlerinizi kaçırmadan,kırpmadan masumiyetin tüm olağanlığıyla içinizde kaynayıp duran masumiyetinizle diğerlerinin gözlerine bakıp ne olduğunu sesiniz çıkmadan anlatarak mı?
‘’Hunt’’ işte böyle bir film.Bu evde hep savaş halinde değil miyiz?Bu evdekiler bizi böyle yetiştirdi,bizden öncekileri ve bizden sonrakileri..