SinemaTv hangi akla hizmet bu filmi yayın kataloğuna koymuş ya, bok gibi film. Flash Tv açın izleyin daha iyi. Yazık ya her önüne gelen film çekmesin, oyuncu olmasın... Lütfen
NBC'nın önce Ahlat Ağacı sonra Kuru Otlar Üstüne filmini izlemiş biri olarak hep Kış Uykusunu izlemedin mi? Mutlaka İzle yorumları alıyordum. 4 sene önce rafıma eklemişim. Geçen gün başladım, baktım 3 saati aşkın, yarısını bitirip yattım, kalan yarısını da dün…devamıNBC'nın önce Ahlat Ağacı sonra Kuru Otlar Üstüne filmini izlemiş biri olarak hep Kış Uykusunu izlemedin mi? Mutlaka İzle yorumları alıyordum. 4 sene önce rafıma eklemişim. Geçen gün başladım, baktım 3 saati aşkın, yarısını bitirip yattım, kalan yarısını da dün gece izledim. İstanbul'un nemden kırıldığı sıcak bir günde serin kar manzaraları içimi serinletti adeta.
Filmin en önemli kişilerinden biri, ismiyle müsemma adaşım "Aydın" karakteriydi. Karaktere Aydın isminin verilmesinde açık bir gönderme var. Bu karakter, Türk aydınının bütün açmazlarını barındıran bir karakter bence. Kış Uykusu, en genel tahlilde, Türk modernleşmesinin kadınlar, erkekler, orta sınıf, aristokrasi ve halktan kişiler üzerinde nasıl tezahür ettiğinin bir resmini sunuyor. Üstelik oldukça dürüst ve inandırıcı portrelerle. Aydın’ın karısı, çiftlik sahibi, öğretmeni, imamı, imamın kardeşi... Hepsi de etten kemikten Cumhuriyet insanları. Üç saatlik filmin, sıkmadan kendini izlettirmesinin sırrı da bu doğal anlatımında.
Film Aydın’ın karısı Nihal’de düğümlendi. Finale de onlar damga vurdu. Aydın ve Nihal arasındaki “efendi-köle” veya “kadın-erkek” ilişkisinin adım adım tepetaklak oluşu; evden gidemeyen, Aydın’dan uzaklaşamayan Nihal’in haklılığı ve haksızlıkları üzerinde duruldu.
Nuri Bilge Ceylan; her filminde farklı kurgular üzerinden benzer duyguları yaşatan, iç dünyamıza inmemizi sağlayan, günlük hayatımızda karşılaştığımız ve bizden biri olan karakterler üzerinden, aslında bizlere çok da uzak olmayan hikayeleri anlatıyor. Belki de duyguları izleyiciye geçirme başarısının önemli bir nedeni de bu.
13 Temmuz 2024
Spoiler içeriyor
Kitaptan uyarlama bir yapım gördüğüm kadarıyla... Toscana Positano'da geçiyor. İtalya'nin muhteşem manzaraları filme güzellik katıyor. Filmin romantik komediden ziyade ''kendini iyi hisset'' sınıfına dahil olduğunu düşünüyorum. Diane Lane'in müthiş sempatikliği ve oyunculuk gücüyle ''Under the Tuscan Sun'' ortalamayı geçiyor diyebilirim…devamıKitaptan uyarlama bir yapım gördüğüm kadarıyla... Toscana Positano'da geçiyor. İtalya'nin muhteşem manzaraları filme güzellik katıyor. Filmin romantik komediden ziyade ''kendini iyi hisset'' sınıfına dahil olduğunu düşünüyorum. Diane Lane'in müthiş sempatikliği ve oyunculuk gücüyle ''Under the Tuscan Sun'' ortalamayı geçiyor diyebilirim
Ne anlatıyor peki? Yazar ve eleştirmen Frances'in kendisini aldatan eşi ile biten evliliği sonrası normalde lezbiyen arkadaşlarının gitmesi gerekli geziye gitmesi ve hayatında yepyeni bir sayfa açtığı İtalya'da yaşadıklarına odaklanıyor. Frances'in ayakta kalma mücadelesi çok keyifliydi. İnsan film sonunda "dua ederken biraz daha detay vermek lazımmış" demekten kendini alamıyor. Filmin anafikri ''kendi başınayken mutlu değilsen kimse ile mutlu olamazsın'' olsa gerek.
Özelikle Frances evi ilk aldığında tıpkı hayatı gibi tamamen tıkanık olan musluk, Frances'in hayatı yeniden düzene girdikçe damlamaya başlıyor ve filmin kapanış sahnesinde musluktan şarıl şarıl akan suyun birikintisinde Frances çıplak ayakla dikilip kahkahalar atıyor. En coşkulu film kapanışlarından biridir benim için, yüzümde Frances'inki gibi bir ifadeyle.
"Alplere daha ortada tren yokken ray döşedikleri söylenir. Trenin bir gün geleceğini biliyorlardı. Vereceğim başka bir kararla başka bir yerde başka biri olabilirdim.” cümlesiyle aklımın köşesinde kalacak olan film.
Olivia Colman'ı izlemek her zaman büyük keyif gerçekten, öncelikle bunu söylemek istiyorum. Colman, Edith'in duygularını yavaş yavaş kaynayan bir tencere su gibi sergiliyor adeta. 1920'lerin İngiltere'sinde, Birinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında geçen bir dönem komedi draması. Sevimsiz mizah ve bol…devamıOlivia Colman'ı izlemek her zaman büyük keyif gerçekten, öncelikle bunu söylemek istiyorum. Colman, Edith'in duygularını yavaş yavaş kaynayan bir tencere su gibi sergiliyor adeta. 1920'lerin İngiltere'sinde, Birinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında geçen bir dönem komedi draması. Sevimsiz mizah ve bol miktarda küfür ama şok edecek, sevindirecek ve gülmekten ağlatacak bir şekilde hem de. Olivia Colman'ın karakteri, orta yaşlı, kendinden nefret eden, iyi eğitimli ve muhtemelen İngiltere'nin Victoria döneminin sonlarında yaşayan entelektüel bir kız kurusu.
Film, Psikolojik yansıtmanın tehlikelerini sevimli ve nazik bir şekilde ortaya koyuyor. Filmin, günümüz trolleme dalgasına bir alegori olarak çok adından söz ettireceğe benziyor, ancak ben bunu duygusal bastırmaya hala inanan insanlarla doğrudan bir yüzleşme olarak görüyorum. Peki film tam olarak ne anlatıyor, kısaca izah edeyim.
1920'de Littlehampton'da, "Edith" (Olivia Colman), baba "Edward" (Timothy Spall) ve anne "Victoria" (Gemma Jones) himayesinde Tanrı korkusuyla yaşayan saygın "Swan" ailesinin kızıdır. Edith, isimsiz küfür dolu saldırgan mektuplar almaya başlar ve tedirginlikle masanın etrafında toplanırlar. Bu ilk mektup değildir ve babanın yeni komşularını tutuklamalarını talep etmek için doğrudan polis karakoluna gitmesine neden olur. "Rose" (Jessie Buckley), küreğe kürek diyen ve başlangıçta "Edith" ile arkadaş olduktan sonra düşmanlığını kazanmış gibi görünen oldukça küfürbaz bir İrlandalı bekar ebeveyndir. Kısa süre sonra hapse girme ve kızını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Rose Kadın Polis Memuru Gladys Moss (Anjana Vasan)'dan yardım ister, Rose'un masumiyetinden emindir ve suçluyu nasıl bulacağına dair fikirleri vardır. Ne yazık ki, Gladys polis teşkilatının cinsiyetine ilişkin görüşü tarafından kısıtlanmıştır.
Çok sıcak ve gerçek bir hikâye. Özellikle içerdiği mutsuzluk anlarıyla… Üst düzey bir yapım olmasa da dokunaklı senaryosuyla izleyiciyi içine çeken, hüzünlendirirken aynı zamanda gülümsetmeyi de başaran bir yapım. “Produce” karakterini canlandıran down sendromlu David DeSanctis çok iyi iş çıkarmış,…devamıÇok sıcak ve gerçek bir hikâye. Özellikle içerdiği mutsuzluk anlarıyla… Üst düzey bir yapım olmasa da dokunaklı senaryosuyla izleyiciyi içine çeken, hüzünlendirirken aynı zamanda gülümsetmeyi de başaran bir yapım. “Produce” karakterini canlandıran down sendromlu David DeSanctis çok iyi iş çıkarmış, özellikle filmin sonunda gösterilen sahne arkası görüntüleri bolca gülümsetti… Produce’nun Calvin'e ayrılırken iyi günler yerine “Mükemmel Günler” demesi ile bitireyim, dilime dolandı ben de artık öyle diyorum.
Spoiler içeriyor
Tv'de tüm diziler sezon finali yaptı ve ulusal kanallar bol bol düşük telifli filmleri yayınlamaya başladı. Az önce Show TV'de başlayıp bitirdiğim çerezlik, kendini izleten bir yapım olmuş. Bireysel silahlanma konusunda ciddi mesajlar verdiğini düşünüyorum. Filmin kurgusunda eksikler, inandırıcı olmayan…devamıTv'de tüm diziler sezon finali yaptı ve ulusal kanallar bol bol düşük telifli filmleri yayınlamaya başladı. Az önce Show TV'de başlayıp bitirdiğim çerezlik, kendini izleten bir yapım olmuş.
Bireysel silahlanma konusunda ciddi mesajlar verdiğini düşünüyorum. Filmin kurgusunda eksikler, inandırıcı olmayan yerler vardı; Doktorun kızı komadan pat diye çıkıveriyor, doktorumuzun silah kullanma konusunda acemiliğine rağmen sinek gibi adam öldürmeye başlaması, WC'de üzerine ateş açılırken çok az bir yarayla kurtulması saçmaydı bence. En garip kısmı da başına onca felaket gelmişken olayları çok soğukkanlı karşılamasıydı. Samimi gelmedi bana. Acı çeker gibi değildi. Ama genel olarak film sürükleyici güzel. Fakat asla bir ^Law Abide Citizens" değil. İntikam filmi sevenler önce onu izlemeli...
Steve Jobs’un hakkında bir çok film, belgesel çekildi ve kitaplar yazıldı. Bu filmde Jobs’ın hayatının tamamına bakılmasa da, geçmişe dönüş yapan sahneler ile önemli bir dönemi içeriyor. Onu ne ilahi, ne de berbat biri olarak gösteriyor. Slumdog Millionare gibi filmlerden…devamıSteve Jobs’un hakkında bir çok film, belgesel çekildi ve kitaplar yazıldı. Bu filmde Jobs’ın hayatının tamamına bakılmasa da, geçmişe dönüş yapan sahneler ile önemli bir dönemi içeriyor. Onu ne ilahi, ne de berbat biri olarak gösteriyor. Slumdog Millionare gibi filmlerden tanıdığımız ünlü yönetmen Danny Boyle ve en son The Social Network'ü yazmış olan başarılı senarist Aaron Sorkin bir araya gelerek daha gerçekçi bir Steve Jobs portresi çizerek karşımıza çıksa da direkt olarak yalnızca ürünlerin tanıtımının perde arkasının gösterildiği ve Steve Jobs'un kişisel hayatından çok resmen iş hayatında ne kadar kötü bir adam fakat ağzı iyi laf yapan bir insan olduğu anlatılmaya çalışılmış.
Film, Steve Jobs'un hayatının 3 dönüm noktasına değiniyor: 1984 yılında ilk Apple ürünü olan Macintosh'un sunumu, 1988 yılında Jobs'un Apple'dan atıldıktan sonra NeXT adlı bilgisayarı çıkarması ve 1998 yılında Apple'a geri dönüp iMac'i çıkarması. Evet, film sadece bundan ibaret ve bu yükün altından başarıyla kalkıyor.
Filme bunun yanında Steve'in eşiyle ve çocuğuyla olan ilişkisi, işiyle ve arkadaşlarıyla olan ilişkisi de inceleniyor. Her 3 olayda da aynı kişiler yer alıyor ama olaylar daha da geliştiği için kişilerle bağlantı kurabiliyor ve sonucu merak ediyoruz. Senaryo güzel bir yere bağlanmış, baba-kız ilişkisi, arkadaş ilişkisi ve iş ilişkisi sonunda bir neticeye bağlanıyor ve iyi bir yere bağlanıyor. Filmdeki ince detaylar da oldukça kayda değerdi. Küçük bir garajda, ortağınızla Apple isimli bir şirket kuruyorsunuz ve bu şirket yarım milyar değerine ulaşıyor ve sonunda şirket sizi başarısız bir ürün lansmanından sonra, sizin işe aldığınız kişi sizi kovuyor. Siz gidip başka bir şirket kuruyorsunuz. Ve uzun bir süre sonra şirkete geri dönüyorsunuz.
Beklediğinizden daha farklı noktalara, yönlere ve ince detaylara imza atan yeni Steve Jobs filmi, durmayan diyalogları ve başarılı sahne oyunculuklarıyla, son zamanların en akılda kalan filmlerinden birisi. Türünün sevenlerine tavsiye ederim
Filmin ilk anlarından itibaren 114 dakika boyunca kurmaca bir İrlanda adasında yaşayan iki arkadaştan birinin, bir gün uyandığında kırk yıllık dostuyla konuşmak istememesini, bu uğurda gerekirse kendine bile zarar vermekten çekinmeyeceğini izliyoruz. Bu durum, bu eski ve küçük kasabada yaşayanları…devamıFilmin ilk anlarından itibaren 114 dakika boyunca kurmaca bir İrlanda adasında yaşayan iki arkadaştan birinin, bir gün uyandığında kırk yıllık dostuyla konuşmak istememesini, bu uğurda gerekirse kendine bile zarar vermekten çekinmeyeceğini izliyoruz. Bu durum, bu eski ve küçük kasabada yaşayanları bir girdap gibi içine çeken, inat devam ettikçe büyüyen ve kontrolden çıkan bir olaya dönüşüyor. Zira Colm (Brendan Gleeson), Pádraic’in (Colin Farrell) sıkıcı nezaketi ve amaçsız iyiliğiyle vakit geçirmeyi artık zaman kaybı olarak gördüğünü, kalan vaktini müziğe, şiire ve üretmeye adamak istediğini söylüyor ve Pádraic’le muhabbetini tamamen kesiyor. Eğer kendisiyle konuşmaya devam ederse keman çaldığı elindeki parmakları bir bir keseceğini söylüyor ve tek istediğinin ondan uzak kalmak olduğunu belirtiyor. Pádraic bunu kabullenmeye, Colm da taviz vermeye razı gelmeyince başta bu iki karakterin ve devamında tüm kasabanın yangın yerine dönmesini izliyoruz âdeta.
Filmin ilk anlarından itibaren karşıdaki ana karada yaşanan iç savaşı, patlamaları görüyoruz karakterlerle birlikte. Dolayısıyla filmin herhangi bir yer ve zamanda değil, İrlanda ana karasını karşıdan gören bir adada, 1920’li yılların başında geçtiğini anlıyoruz. Yani 1922-1923 yılları arasında IRA ve Geçici İrlanda Hükümeti arasında yaşanan iç savaşın son döneminde.
Temelindeki ikileme ve tartışmalı yaklaşıma rağmen kurduğu çok anlamlı, farklı ifadeleri aynı anda taşıyabilmekte mahir anlatı becerisiyle geride bıraktığımız yılın en iyi filmlerinden biri. Başrollerinin yanı sıra Kerry Condon ve Barry Keoghan’ın (hatta buna köpek ve eşeğin performansları da dahil) yardımcı rollerdeki performansları, müzik ve görüntü yönetimindeki olgunluk ve genel reji maharetiyle üzerindeki ilgiyi fazlasıyla hak ediyor.
11 yaşındaki Jake Chambers, bir Kule'yi yıkmaya ve Evren'i harabeye çevirmeye çalışan Siyahlı Adam ile ona karşı çıkan bir Silahşor'un yer aldığı hayaller görmektedir. Ancak Jake'in annesi, üvey babası ve psikiyatristleri bunları bir önceki yıl babasının ölümünün yarattığı travmadan kaynaklanan…devamı11 yaşındaki Jake Chambers, bir Kule'yi yıkmaya ve Evren'i harabeye çevirmeye çalışan Siyahlı Adam ile ona karşı çıkan bir Silahşor'un yer aldığı hayaller görmektedir. Ancak Jake'in annesi, üvey babası ve psikiyatristleri bunları bir önceki yıl babasının ölümünün yarattığı travmadan kaynaklanan rüyalar olarak görmezden gelir.
New York'taki apartman dairesinde, sözde bir psikiyatri tesisinden bir grup işçi Jake'i rehabilite etmeyi teklif eder; Jake onları rüyalarından insan derisi giymiş canavarlar olarak tanır ve peşlerine düşen işçilerden kaçar.
Jake, imgelemlerinden birinde gördüğü terk edilmiş bir evin izini sürer ve burada Orta Dünya adında kıyamet sonrası bir dünyaya açılan yüksek teknolojili bir portal keşfeder.
Başrollerinde Tom Hanks ve Emma Watson'ın oynadığı film Eggers'ın kitabından sinemaya uyarlanmış. Günümüz dünyasında sosyal medyanın ve dijital dünyanın hayatımızı nasıl etkilediğine dair mesajları olan bir film Ama iki saate yaklaşan süresi ile ben de ne iyi, ne de kötü,…devamıBaşrollerinde Tom Hanks ve Emma Watson'ın oynadığı film Eggers'ın kitabından sinemaya uyarlanmış. Günümüz dünyasında sosyal medyanın ve dijital dünyanın hayatımızı nasıl etkilediğine dair mesajları olan bir film
Ama iki saate yaklaşan süresi ile ben de ne iyi, ne de kötü, sadece boş bir film dedirtti. Filmi izlerken yer yer sıkılmasam da bir şekilde ne olacak diye diye filmi bitirdim ama hayatıma hiçbir şey eklemediğini ve 2 saatimi boşa harcadığımı düşündüm. Filmin ilginç bir konusu olsa da filmin kendisi bundan habersiz bir şekilde ilerliyor. İlginç konseptiyle ne yapamayacağını bilmiyor ve daha konu adına bir şey yapamadan film bitiyor.
Emma Watson, filmde fena değildi. Zaten Watson, herhangi bir kız karakteri canlandırmak için en uygun kişi diyebilirim. Gelelim Tom Hanks'e. Bu filmde fena değildi ama sorun şurada; Hanks, filmin bütün fragmanlarında ve posterlerinde yer almasına rağmen filmde yalnızca 10 dakika gözüküyor ve hikâyeyi hiç etkilemiyor.
Ama eğer senaryoyu ve oyunculukları bir kenara itersek The Circle'ın en büyük sorunu, hikayesinde belli bir kahramanın ve bir kötü adamın bulunmaması. Mae, sadece Circle'da dolanan birisi ve bu yer hakkında bazı şeylerin döndüğünü hissetmesine rağmen tek yaptığı şey, Circle'ı geliştirmek ve daha büyük bir hale getirmek oluyor. Ve Circle'ın başında bulunan Tom Hanks'in karakteri Bailey ise film boyunca ne iyi, ne de kötü bir şey yapıyor. Hanks'in tek yaptığı şeyse, sahnede sunum yapmak. Ve Bailey ile Mae'nin ortak düşüncesi, Circle'ı daha büyük ve gelişmiş bir yer haline getirmek! Ne bir zıt düşünce var, ne de bir gerilimli ortam. Bu yüzden film bittiği zaman hikaye ile ilgili hiçbir şey bir sonuca varmıyor.
Peki film ne anlatıyor kısaca bahsedip bitireyim, The Circle, normal bir hayat yaşayan Mae'ye odaklanıyor. "Yaptığı işte başarılı olan Mae, bir süre sonra kız kardeşinin yardımıyla Circle'da mülakata girer ve başarılı olur. Artık Circle'da çalışan Mae, ortamdan çok etkilenir ve sıkı çalıştığı için kısa bir sürede Circle'ın en popüler kişilerinden birisi olur. Fakat Circle'ın herkesi her an, her yerde izleyebiliyor olması Mae'nin ilgisini çekiyordur. Ve Circle'ın asıl amacını öğrenmeye çalışan Mae'yi büyük sonuçlar bekliyordur.