Burning.. Filmi uzun bir süre önce izlememe rağmen ancak yazma konusunda kendimi ikna edebildim. Bunun iki sebebi var birincisi bu film hakkında konuşmak için kendimi yeterli görmememdi. İkincisi ise nereden başlayacağımı ve ne anlatacağımı bilememem. Yalnız şunu net olarak söyleyebilirim…devamıBurning.. Filmi uzun bir süre önce izlememe rağmen ancak yazma konusunda kendimi ikna edebildim. Bunun iki sebebi var birincisi bu film hakkında konuşmak için kendimi yeterli görmememdi. İkincisi ise nereden başlayacağımı ve ne anlatacağımı bilememem. Yalnız şunu net olarak söyleyebilirim ki bu film benim Uzak Doğu’ya olan yabancılığımı ve kayıtsızlığımı kırdı ve en önemlisi daha önce –utanarak söylüyorum- hiç okumadığım Murakami’yi okumaya niyet ettirdi.
Evet anladığınız üzere senaryoda edebi eserden yola çıkılmış üstelik bir değil iki. İlki Murakami’nin Barn Burning isimli öyküsü. Murakami bu 10 sayfalık kısa öyküsüne bu ismi vererek yazar William Faulkner’in yine aynı isimli 1939’da yayımlanan eserine bir gönderme yapmış. Yönetmen de Faulkner’i unutmadan ona filmin içinde yer vermiş.
Farkındayım hala film dışında her şeyden bahsettim ama nereden başlayacağımı kestiremiyorum yalnız biliyorum ki yazmadığım takdirde bu film benim peşimi bırakmayacak. Önce filmimizin baş kahramanı Jong-su ile tanışalım. Jong üniversite mezunu, yaratıcı yazarlık okumuş bir yandan da yazmaya çalışan bir yazar adayı. Yazmaya çalışan diyorum çünkü hayat gailesi peşi sıra giden bir genç. Günü kurtarmak için bazı işler yapıyor ama yeterli değil. Sıradan, yine çalıştığı bir gün Hae-mi ile karşılaşır. Hae-mi eski bir komşu, uzun bir süre önce taşındıklarından o zamandan beri ilk kez karşılaşıyorlar. Hae-mi’de tıpkı Jong gibi günü kurtarmaya çalışan binlerce Koreli gençten biridir. -Jong ve Hae-mi tanıdık geldi mi?- Açılışlarda, küçük organizasyonlarda ponpon kız tarzı bir iş yapıyor. Böylelikle Jong ve Hae-mi’nin yolları tekrar kesişir. Hae-mi Nairobi’ye gideceğinden Jong’dan kedisine bakmasını ister. Böylelikle iletişimde kalacaklardır ki yolculuğun dönüşünde Hae-mi kendisini alması için Jong’u arar, bu iyiye işarettir. Hae-mi’yi karşılamaya giden Jong, kızın Ben adında bir yabancıyla birlikte döndüğünü görür. Bu karşılaşma ilki kadar büyük bir kırılmanın habercisidir. Ben ekonomik sınıfın üst tabakasında yer alan, kibar, yakışıklı bir genç yani Jong-su’nun tam tersi.
Burdan sonrasını izlemeyenler okumalı mı emin değilim. Neden bahsedeceğimi henüz bilmemekle beraber yine de filmin heyecanını kaçıran bir şey okumanızı istemem. O yüzden sizi burdan filme uğurlayalım.
Film bir gayya kuyusu. İçinden çıkılması zor, günlerce düşündüren, kafa yoran bir film. Metaforlarla bezeli, okuyucusunu bekleyen açık bir kitap. Öncelikle film net olarak politik ve sosyal mesaj içeren bir alt metinle önümüze geliyor. Jong benzeri binlercesi gibi azami şartlarda hayatını sürdürmeye çalışan bir genç bu yüzden içinde dünyaya, olan bitenlere karşı büyük bir öfke var. Filmde ne varsa ne anlatıyorsa bu öfkenin ve kızgınlığın ürünü. Bu öfke net olarak sadece Jong’la değil babasıyla da cisimleşmiş. İş yerinde olay çıkardığı için hapis cezası alan, annesinin evi terk etmesine sebep olan baba fazlasıyla geçimsiz biri. Babasının nesli Kore Savaşı görmüş, ülkesi parçalanmış bir nesil. Geçimini kırsaldan kazanan ekonomik sınıfın alt tabakasında yer alan bir aile. Doğal olarak Jong’da babasının kaderini yaşıyor ve bu yüzden Ben’e ve Ben gibilere öfkeli. Nasıl olur da benden yalnızca birkaç yaş büyük bu adam bu rahat yaşamı bu kadar kolay elde etmiş diye soruyor ve onu Muhteşem Gatsby’e benzetiyor. Jong-Su, Hae-mi ve Ben’in evlerinden onların yaşamına göz attığımızda evleriyle bize bu sosyal tabakalaşmayı izah ediyor yönetmen. Ben'in ferah ve oldukça düzgün dizayn edilmiş evine karşı Hae-mi'nin kutu büyüklüğünde ve oldukça dağınık evi. Ben aslında bir sömürücü güç. Her şeyi olan, gayet rahat, derdi kederi olmayan bir insana ne verebilirsiniz? Ben Jong ve Hae-mi’den kendinde olmayan şeyi çekiyor. Dudağının kenarında hep bir alaycı kıvrım. Onları sömürürken aynı zamanda dönüştürüyor da.
Jong'la oturdukları bir esnada Ben ona en büyük hobisinin sera yakmak olduğunu söylüyor. Her yerde olan, terk edilmiş binlerce harabe sera var yakılmayı bekleyen. Yönetmenin burda kurduğu metafor Jong'un annesinin kıyafetlerini yaktığı anısını anlatmasıyla yakma metaforu katmerlenir. Burda bir şüphe yakamıza yapışır. Ben'in sera yakma sevdası, bir süre sonra sera yakma işini Jong'un da saplantı haline getirmesi ve Hae-mi'nin aniden ortadan yok olması. Şüphe yakamızdan çekiştirmeye devam eder. Hae-mi nerede, Ben'in yaktığı sera nerede, evin önünde bir kuyu var mıydı? Şüphe artık boğazımıza oturmuştur, tüm bunlar Jong-su'nun kafasında mıdır, tüm bunlar onu yazarken hiç görmediğimiz kitabı mıdır?
Kesinlikle izlenmeli.