“Ve hayatımda aynı anda hiç böylesine kendimden kopmuş ve bir o kadar da kendimde hissetmemiştim” -Albert Camus Hayatımız boyunca herhangi bir şekilde karşılaştığımız ve bazen samimi olduğumuz bazense yanımızdan öylece geçip giden insanların kendi hayatlarında nelerle mücadele edebiliyor olabileceğini pek…devamı“Ve hayatımda aynı anda hiç böylesine kendimden kopmuş ve bir o kadar da kendimde hissetmemiştim” -Albert Camus
Hayatımız boyunca herhangi bir şekilde karşılaştığımız ve bazen samimi olduğumuz bazense yanımızdan öylece geçip giden insanların kendi hayatlarında nelerle mücadele edebiliyor olabileceğini pek düşünmeyiz. Durup üzerinde düşündüğümüzde herkesin zor zamanlar geçirdiğini bildiğimizi söyleriz belki ama bunu en çok fark edenimiz bile hayatına bu düşünceyle devam etmez, unutur. İşte üstte yazdığım Albert Camus'nun sözüyle başlayan bu film her çeşit insanın, yine nasıl çeşit çeşit acılarla yaşamaya devam ettiğini çok gerçekçi ve çok çarpıcı şekilde göz önüne seriyor. Bunu öyle bir şekilde yapıyor ki aynı anda tek bir konuyla bir sürü insanı daha iyi anlamanızı sağlıyor. Gençlerin, yaşlıların, öğrencilerin, öğretmenlerin, yöneticilerin, hastaların, erkeklerin, kadınların, siyahların, beyazların, hepsinin hikayesi bu filmde bir parça yer kaplıyor. Onların yaşadıkları zorluklara ve mutsuzluklarına şahit olurken adeta kendiniz o hayatları yaşıyormuş gibi film boyunca hakim olan o depresif havayı çok derinden hissedeceksiniz. Normalde de kolayca empati kurabilen, kolay etkilenen biriyseniz film izlerken içinize işleyen huzursuzluk belki bir süre peşinizi bırakmayabilir. Beni de hiç beklemediğim kadar etkiledi çünkü.
Filmin konusunu okuduğumda artık birçok filmle klişeleşmiş bir konu olan “hayat değiştiren öğretmen” temasını göreceğimi sanmıştım. Ama kesinlikle böyle bir film olmadığını söylemem gerek. En büyük farkı ise şu: O tarz filmlerin aşılamaya çalıştığı umut fikrinin aksine bu film tamamen umutsuzluk üzerine kurulu. Filmin içinde çokça “Her şey güzel olacak.” gibi cümleler duyuyoruz ama karakterlerin bunun tam aksini yaşadıklarını görüyoruz. Hiçbir şey düzelmiyor, insanların her gün yaşadıklarını rutinleşmiş mutsuzluklar azalmadığı gibi onları gelecek güzel günler de beklemiyor. Filmin en gerçek ve etkileyici tarafı da bu. Evet, en kötü tecrübeleri yaşayan insanlar bile hayatına devam edebiliyor. Ama filmde görüyoruz ki bunun sebebi umut değil, mutluluk hiç değil, umursamazlık da değil; kabulleniş. Sadece bunu değiştiremeyeceklerinin en kötü şekilde farkında varıp çabalamayı bırakmış insanlar. Üstelik böyle hayatlar yaşarken herkes yapayalnız. Bu da sert bir şekilde yüzünüze vuruluyor.
Filmin en gerçek yanlarından biri de şu: Kimseyi tam olarak ‘kötü karakter’ olarak nitelendiremiyoruz. Herkesin yaşadıklarını o kadar iyi ve derinden anlıyoruz ki hiç “Şu iyi biri, bu kötü biri.” diyemiyoruz. Kimse iyi veya kötü değil, her biri bir şekilde hayata tutunmaya çalışan bir insan, sıfatı olmadan.
Aynı zamanda bu insanların, bazen tesadüfen karşılaştıkları insanlarla bile nasıl bağ kurabildiklerini de görebilirsiniz. Kendi yaşadıkları acıları anlayabileceğini düşündükleri birini gördüklerinde kolayca o kişiye umut bağlayabiliyorlar, özellikle de gençler. Umduklarını bulamayınca ise bunun nelere yol açabileceğini de anlıyoruz. Filmin fikirlerinden biri de bu: Kimse kimseyi gerçekten anlamaz. Bir insanla çok derin bir bağ kurabilirsin, hatta bu bağ karşılıklı da olabilir ama kendine en yakın gördüğün kişi bile seni tam olarak anlayamaz. Bu demek değildir ki kurduğun bu bağ birbirinizi anlamadığınız sürece anlamsızdır. Böyle değildir ama karşındaki insanın seni anlamayacağını kabullenmen gerek. Bu çok doğal ve çok da basit bir gerçek aslında. Çünkü zaten sen de kimseyi anlayamazsın.
Film böyle karamsar bir şekilde birçok karakterin hayatına değinirken tabi ki aynı anda eğitim sistemi, Amerikan aile yapısı, zorbalık, ayrımcılık gibi toplumsal birçok konuya da değiniyor. Bir öğrenciyi anlatırken onun ailesini, arkadaşlarını, okulunu, öğretmenlerini, kişiliğini anlatarak aynı anda birçok konuya eleştiri getirebiliyor. Bunu da oldukça sert bir şekilde yapıyor elbette. Eleştirilen tüm sistemlerin nasıl birbirini tetikleyecek şekilde, bir kısır döngü halinde bozulduğunu görüyorsunuz.
Film adına uygun bir şekilde kesik kesik görüntüler içeriyor. Bu filmin hissiyatını daha çok almanızı sağlıyor, çok daha etkileniyorsunuz. Arka planda replikler ilerlerken, şiir okunurken, müzik çalarken akan mükemmel ayarlanmış renklere, efektlere, açılara sahip görüntüler var. Dahası, gece yanan sokak ışıkları, birçok sahnenin bulanık gibi olması, silik silik parça parça bir anıyı hatırlar gibi izlediğiniz sahneler filmin konusuna ve adına o kadar uygun ilerliyor ki… Yani film sizi sinematografik açıdan da tatmin edecektir, eminim.
Ve ayrıca yine çekimlerinden dolayı bazen bir belgesel izliyormuşsunuz hissi de veriyor. Bu, hem baş karakterin arada bize doğru, yaşadıklarını anlatır gibi konuşmasından dolayı hem de filmin az müzikle, sakin, durgun ve çokça yakın çekim kullanılarak çekilmesinden dolayı. Birçok insanın hikayesine dokunularak verilen gerçeklik hissiyatı da bunun bir parçası elbette. Bu belgeselimsi tarz filme ayrı bir tat katıyor.
Bir de şunu söylemem gerek, bu baş karakter için Adrien Brody mükemmel bir seçim. Yürüyüşünden mimiklerine kadar bu role bu kadar yakışıp, rolü böyle iyi taşıyacak başka bir oyuncu düşünemiyorum.
Sizi fazlasıyla karamsarlığa sürükleyebilecek bir film. Bunu düşünerek izlemek gerek bence. Eğer gerçekten psikolojik olarak zor zamanlardan geçiyorsanız izlemeyi erteleyin derim. Bazı şeyleri tetikleyebilir. Onun dışında filmi kesinlikle ertelemeden izleyin lütfen. Yazıyı buraya kadar okuyan kalmışsa onlara, bana filmin hatırlattığı ve konuyla çok alakalı olduğunu düşündüğüm R. E. M. - Everybody Hurts şarkısını armağan ediyorum.
İyi seyirler!