Spoiler içeriyor
Kitabı okuyanların bileceği üzere hikaye boyunca okur, tamamen Arif karakterinin zihninde dolaşıyor. Bu sebeple zaten bire bir uyarlama yapılması neredeyse imkansız olan eserin beyazperdeye aktarılması da pek kolay bir iş değil. Bu noktadan yaklaşacak olursak Çiğdem Vitrinel’in ikinci uzun metraj…devamıKitabı okuyanların bileceği üzere hikaye boyunca okur, tamamen Arif karakterinin zihninde dolaşıyor. Bu sebeple zaten bire bir uyarlama yapılması neredeyse imkansız olan eserin beyazperdeye aktarılması da pek kolay bir iş değil. Bu noktadan yaklaşacak olursak Çiğdem Vitrinel’in ikinci uzun metraj denemesinde – daha büyük bir prodüksiyonda yer almasına rağmen – kült olmuş bir eserden esinlenmesi aslında büyük de bir risk taşıyor. Peki, yönetmen seyirciye aktarmak istediklerinde ne kadar başarılı oluyor, onu inceleyeceğiz.
Kitaptan bağımsız olarak filmde yaratılan Müzeyyen karakterinden bahsedecek olursak yönetmen; güçlü, orta sınıf, şehirli bir kadın portresi resmetmeyi tercih ediyor. Fakat, bunu yaparken kadın-erkek ilişkilerinde kadını daha yüksek bir yere koymaktan ziyade tamamen “insan” olmanın verdiği eşitlikten yola çıkıyor. Evet, Müzeyyen baskın ve güçlü bir karakter olarak okunabilir ama o da en basitinden eski sevgilisini unutmakta zorlanabiliyor, bir yanda “karın değil, fahişen olmayı isterim” derken diğer tarafta tam bir ev kadını olmayı dileyebiliyor. Kısacası Çiğdem Vitrinel karakterini yazarken yapay bir süper kahraman yaratmaktansa daha basit bir karakteri tercih ediyor. Keza Arif de dışarıdan bakıldığında daha güçlü bir erkek temsili olarak dikkat çekiyor. Lakin, Müzeyyen ile tanıştıktan sonra “insan” olmanın verdiği dürtülere yenik düşmekten kendini alıkoyamıyor. Üstelik bunu yaparken kendisiyle de ciddi bir savaş veriyor.
Kitaptan esinlenen kısımlara göz atacak olursak; özellikle kahvehanelerde geçen kısımların beni oldukça tatmin ettiğini söyleyebilirim. Yazarın zihninde dolaştığımız izlenimini seyirciye aktarmakta oldukça başarılı olduğunu savunabileceğimiz sahnelerde yer alan karakterleri günümüz erkek egemen yapısının dışavurumu olarak okumak mümkün. Filmin en büyük eksikliğinin ise kitaptan esinlenirken atlanan kısımlar olduğunu düşünüyorum. Kitap boyunca Türkiye’de nesilden nesile değişen müzik kültürüne dair oldukça önemli göndermeler varken, beyazperdeye aktarırken günümüzde oldukça popüler hale gelen Türkçe rock gibi keskin bir müzik türü tercih etmek abes olmuş, üstelik müziklerde de imzası bulunan ve filmde ufak da olsa bir rolü olan Harun Tekin’in filmdeki varlığını anlamlandırmak oldukça güç.
Çiğdem Vitrinel’in sinemayla, özellikle de hayatla ilgili dertleri olduğu Geriye Kalan’dan sonra ikinci filminde de hissediliyor. Bu sebeple ana akım sinemadan uzak durmaya çalışırken seyirciyi filmin içinde tutabilmek adına kendi üslubunu yansıtmaktan da çekinmiyor. Film boyunca gri tonlarının hakimiyeti buna iyi bir örnek olacaktır diye düşünüyorum. En önemlisiyse kadın-erkek ilişkisini inceleyen, popüler oyunculardan kurulu bir aşk filmi olmasına rağmen seyirciyi ağlatmak için klişe yöntemler kullanmıyor. Üstelik, Erdal Beşikçioğlu’nun muazzam performansına Sezin Akbaşoğulları’yla olan uyumu da eklenince ortaya tadından yenmeyecek bir seyirlik çıkıyor.
Sözün özü; özgün bir eser olarak değerlendirildiğinde ülke sinemamız adına klişe aşk filmlerinden ayrılan, seyirciyi filmden sonra uzun süre düşünmeye teşvik eden, başarılı bir film diyebilirim. Lakin, işin içine benim açımdan da oldukça önemli bir eser olan İlhami Algör’ün Müzeyyen’i girince ne yazık ki filmin eksilerini görmezden gelmek mümkün olmuyor.
Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Nedenimi bilmez ağlardım. Ağladıkça Sadri’ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin mecburiyet gibi duruşuna, Sadri’nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine