Spoiler içeriyor
"En temel korku, ölüm korkusudur; diğer tüm korkular sadece temel korkuyu yansıtır.” Lucie'nin vicdan azabını korkuya dönüştürmüş olması beni çok etkiledi. Mutlu çekirdek aile öldürülmeden önce ne kadar da sempatikti. Lucy'nin yaptığı aile katliamı, acının sadizme dönüşme biçimi çok güzel…devamı"En temel korku, ölüm korkusudur; diğer tüm korkular sadece temel korkuyu yansıtır.”
Lucie'nin vicdan azabını korkuya dönüştürmüş olması beni çok etkiledi. Mutlu çekirdek aile öldürülmeden önce ne kadar da sempatikti. Lucy'nin yaptığı aile katliamı, acının sadizme dönüşme biçimi çok güzel anlatılmış.
Anna'nın sadece yemek ve dayak rutininden sonra acıyı kabullenip direnmeyi bırakması da... çünkü "vücut acı çektikçe ruh çiçek açar."
Yönetmen bile kendi filmi hakkında şunları söylemiş: "Sevimli bir film değil. Ben bile, kendim, filmden nefret ediyorum."
Filmde o kadar çok etkilendiğim sahne var ki... öncelikle belirtmeliyim kurguya ve sahne geçişlerine hayran kaldım. Lucie'nin hayatı boyunca yaşadığı travmayı atlatamamış olması, vicdan azabının bir kâbus gibi peşini bırakmayışı, yaşadığı acıların üstesinden gelebilmek için kendini kesip biçmesi ve boğazını keserek intihar etmesi oldukça etkileyici ve travmatik sahnelerdi. Lucie'nin var oluş mücadelesi, kendi kendisini keserek hissetmeye ve böylelikle kendi varlığından emin olmaya çalışması muazzam anlatılmış. Benlik algısı yerle bir olmuş bir kadının kendisiyle ilişkisi o kadar uzak ki, anca mazohist eğilimle kendisine yakınlaşabiliyor. Bedenine zarar verdikçe canı yanmıyor, kendi canının değerini ortaya çıkarmış oluyor. Filmin bu kadar kanlı olmasının nedeni de bu. Kan, sınırları yok olmuş benliğin dışavurumu.
Filmin açılış sekansındaki gerginlikten sonra mutlu çekirdek aile fertlerinin günlük sıradan konuşmalarını izlerken bir anda ortalığın kan gölüne dönmesi hiç beklenilmeyen enteresan ve çarpıcı bir sahneydi. Bütün bu vahşetin ortasında, tüm merhametiyle Lucie'ye yardım etmek için orada olan Anna'nın, aşkına karşılık bulamayınca bocalaması ve henüz ölmemiş olan anneye yardım elini uzatması Lucie'nin bir kez daha yıkılmasına, benliğine aldığı darbeyi kaldıramayınca intihar etmeyi seçmesini hayranlıkla izledim. Anna ve Lucie'nin arasındaki ilişki her ikisi için farklı anlamlar taşıması, hem kurban hem de intikam meleği rollerini üstlenmeleri muazzam anlatılmış. Lucie'nin annenin kafasına çekiçle vura vura hınçla öldürmesi ve seyirci olarak bunu sadece izliyor olmak tanrı gibi hissettirdi. Fondaki yağmur sesi ne kadar etkileyiciydi... Bütün bu vahşetin temizleneceği duygusunu ne kadar zekice yansıtmış yönetmen.
Filmin bundan sonrası ise tam bir başyapıt olarak ilerliyor. Anna'nın, Lucie'nin intiharından dolayı kendini suçlaması ve bu yüzden annesiyle konuşması çok ince bir ayrıntıydı. Bazı yazarlar bunu saçma bulmuş. Saçma olan böylesine korkunç bir olaydan sonra hiçbir iz bırakmadan kaçmak olurdu ki, filmdeki kahramanlar seri katil değil. Sıradan insanlar ve sıradan insanların hata yapması da çok normal. Anna karakteri İsa gibi yansıtılmış zaten. Son derece merhametli, yardımsever ve iyileştirici... Lucie'nin kâbuslarını süsleyen kızı kurtarıp iyileştirmeye çalışmasından anlıyoruz bunu.
Filmin ikinci beklenmedik sahnesi tarikat üyelerinin evi basması. Seyirci olarak her şeyin bittiğini, işkence gören kadının kurtarıldığını izlerken katarsise ulaşma çabamızı engelliyor yönetmen ve filmin gerçek öyküsü başlıyor.
Nietzsche, şöyle diyor: "Kibir ruhun çirkinliklerini örter, tıpkı derinin etin çirkinliklerini örttüğü gibi..."
En büyük organımız cildimiz. Cildimiz aynı zamanda dış dünyaya gösterdiğimiz gerçeklik algımız, yüzümüz, kimliğimiz. Derimiz yüzüldüğünde iç organlar yaşasa bile varlık algımız olmayacak. Deri bedeni kuşatır. Anna'nın çarmıha gerilen İsa gibi bedensel arzularından sıyrılıp ruhunun serbest kalışı çok güzel sembolize edilmiş. Filmin başından beri birçok kez yok oluş travması yaşıyoruz. Sırasıyla:
- Lucie'nin çocukken kaçırılıp işkence görmesi, benlik algısını yok ediyor.
- Mutlu ailenin bir anda teker teker öldürülmesi yine yok oluş travması.
- Lucie'nin boğazını keserek intihar etmesi yok oluş, ölümün kurtuluş olarak görülmesi.
- İşkence görmüş kadının öldürülmesi, Anna'nın zaman dilimi olmaksızın sadece dayak ve lapa yemesi ölümün kurtuluş olduğu gerçeğine gönderme.
"İnsan ıstırap içinde dilsizleşir..."
Anna, çaresizlik ve umutsuzluk içinde işkence çekerken direnmeyi bırakır. Acımı kontrol edebildiğim sürece varım demektir bu. Acı beyinsel ise, bedene saldırı benliğe saldırıdır çünkü beyin, bütün acıları tüm bedenden yayılan duyular yoluyla hisseder ve yorumlar. Aynı zamanda acı duyusal deneyimden çok daha fazlasıdır çünkü biz anlam verir ve yorumlarız.
Anna, onu sınırlayan bedenden sıyrılıp ruhsal gerçekliğe doğru yolculuğa çıkıyor ancak bedeni gerçek dünyada yaşamaya devam ediyor çünkü bedenin sınırlarını tekrar bulup belirlemiş oluyor. Asıl varoluşu hissetmek için bedene ihtiyaç yok.
Sonunda acıyı, korkuları ve seni sınırlayan bedeni aşınca ilahi güce ulaşıyorsun.