Düşerken;raslantı eseri yolları kesişen ve kendi geçmişlerinden ani ve kesin bir kararla dönüp geriye bakmadan uzaklaşmak isterken farkında olmadan tekrar tekrar geçmişle -tekrar içerisine girmekten azap duydukları bir dehlizle- karşılaşmak zorunda kalan bir adam ve bir kadının hikayesini anlatıyor. Bir…devamıDüşerken;raslantı eseri yolları kesişen ve kendi geçmişlerinden ani ve kesin bir kararla dönüp geriye bakmadan uzaklaşmak isterken farkında olmadan tekrar tekrar geçmişle -tekrar içerisine girmekten azap duydukları bir dehlizle- karşılaşmak zorunda kalan bir adam ve bir kadının hikayesini anlatıyor. Bir değer ifadeyle ayrı iki bedenden oluşan benzer ruhların, tek zaman dilimi içerisinde geçmişle gelecek yolculuğunu ele alıyor.
Düşerken hem ismiyle hem yazarıyla hem de görünüşüyle albenisi olan ve beklenti içerisini girmemi sağlayan bir kitaptı fakat okumaya başlayınca göründüğü gibi "okunması gereken bir kitap" olma özelliğini yitirdi ve maalesef ki beklentimi karşılamadı. Benim açımdan yalnızca vakit geçirmek için okunabilecek türden bir kitap.
Her ne kadar ilk sayfalarda okuyucuyu içerisine çekmese de sonlara doğru bir bakmışsınız ki hikayenin içerisindesiniz ve karakterlerle birlikte seviniyor, şaşırıyor, üzülüyor, meraklanıyorsunuz.
Anlatımı oldukça edebi ve özgün olan bu eseri şiir okumayı sevenlere önerebilirim. Fazlaca betimleme, benzetme, kişileştirme ve mübalağa gibi söz sanatlarının olduğu bir eser.
Bilinçaltımı yoklayınca bu kitabı satın almamı sağlayan -görünürde- 3 unsur var:
1.En yakın arkadaşımın kitaplığında görmüş olmam
2. Kitap tasarımının beni oldukça etkilemesi
3.Bir Adam Girdi Şehre Koşarak eserinin yazarı olan Tarık Tufan'ın isminin bulunması
Kitaba dair en çok beğendiğim unsur kapak tasarımı oldu. Harun Tan'ın kutluyorum buradan :)
("Bu belki onu tüketebilirdi; fakat bu kadar güzel bir şeyin içinde onunla beraber tükenmek mukadderse bundan ne diye kaçmalıydı ?"
Girişten bir önceki sayfadaki bu alıntının kitap ile bağlantısını hala anlamış değilim.)
📌Alıntar:
"Kelimelere ihtiyaç duymadan ve neredeyse hiç ortalıkta görünmeden yaşamayı öğrenebilmiş kadınlardan biriydi Jülide. Yüzü de kalbi kadar saklı kadınlardan. Var ama yok, orada ama değil, yakın gibi ama uzak; yalnızca çok gerektiği anlarda, neredeyse susacakmış gibi, söylediği her kelimenin ardından, konuşmaktan tam o anda vazgeçecekmiş gibi, ağzından çıkan her söz birazdan geri dönüp kendi boğazına sarılacakmış gibi tereddüt içinde konuşanlardan. Anlatmaya dair bütün inancını yitirmişlerden."
"Arkadaşlarım beni tanımıyorlar. Tanıdıkları Jülide, girme lerine izin verdiğim topraklardan ibaret; kendi güvenli bölgemi belirleyen dikenli tellerin önünü görebiliyorlar sadece. Arka tarafta, kimse ayak basmadığı için zamanla patikaları kaybolmuş, benliğimin karanlık ormanı var. İnsanın birkaç metre ötesini bile göremeyeceği sık bir orman; güneşsiz, ölü kuşlarla, kesik gövdelerle, ağlayan kayalarla, sahipsiz ve ürpertici seslerle dolu. Bazen o ormandan gelen tuhaf sesi duyanlar oluyor. bir şarkı mı, yoksa acı dolu bir inleme mi olduklarına karar veremedikleri için duymamış gibi yapıyorlar, dertsiz başla rina dert almıyorlar."
"Bir başıma yaşamayı hemen hemen öğrendim. Hemen hemen diyorum, çünkü insan tek başına yaşayamaz. Yaşamak sandığı şey kendi küflü, rutubet kokan yalnızlığında içten içe çürümek, azar azar tükenmekten ibaret. Yine de hastalandığımda kendim için nane limon yapmayı, kapının hemen arkasından gelen seslerden korksam da bir zaman sonra yeniden uykuya dalmayı, yolda yürürken yanıma yaklaşan arabanın içinden aptalca laflar eden adamlara usturuplu küfürler etmeyi, siyah elbisemin arkasındaki uzun fermuarı tek başıma çekmeyi, acıklı Türk filmlerini tek başıma izlemeyi, doğum günlerimde kendim için pasta yapmayı ve kendi saçlarımı kesmeyi öğrendim. Evimdeki perdeleri tek başıma asabiliyorum, sucunun kapıya bıraktığı damacanayı tek başıma mutfaga taşıyabiliyorum."
"Yalnızlık denen uçurumun kıyısında yuvarlanırken, can havliyle bir yerlere tutunsam belki düşmeyecektim, emin değilim, belki buna rağmen düşecektim ama gururum elvermediğinden hiçbir yere tutunmadım ve bunu bile isteye seçmiş gibi yuvarlandım aşağıya."
"Karşısındakine teselli veren bir ruhu var İshak'ın. Konuşmasından yayılan dokunaklı hava, dinleyene sükûnet telkin ediyor. Dışarıdan bakınca hiç tahmin edilemeyen bir özellik bu. Ama konuşmaya başladıktan hemen çok kısa bir süre sonra, yanında olduğunuzda kendinizi iyi hissedeceğiniz insanlardan biri olduğunu anlayabiliyorsunuz. Anlıyorsunuz ve bundan dolayı mutlu olduğunuzu hissediyorsunuz. Çok az insandan alabileceğiniz bir duygudan söz ediyorum. Merakıma sebep olan şey de bu. Kim bu adam, nereden karşıma çıktı?"
"Sabah yalnız başıma uyandım. Dünyanın en hüzünlü şiir dizesiydi sabah yalnız uyanmak. Gece yalnız başına uyumaktan daha hüzünlü."
"Hatırlayabilmek için eşyalara bakarken şuuru yavaş yavaş yerine gelen bir hasta gibi, gitgide kendimi toparlıyordum. Ürkütücü bir şekilde sessizdi içerisi. Etrafımdan gelebilecek küçücük bir sesi duyabilmek, o sesin çağırdığı gerçekliğe tutunup, bu tuhaf yalnızlık halinden çıkabilmek için kulak kabartmaya devam ettim. Param parça halde ortalığa saçılmış bir kalbi toplamaya çalışır gibiydim. Dünya denen mezbelelikte, işi biten herkes çekip gitmiş de bu koca ıssızlıkta bir başıma kalmışım gibi, içimi saran sıkıntıdan kurtulmaya çalışıyordum."
"Jülide, kınanmayı, ayıplanmayı, garipsenmeyi göze alarak, korunaklı hale getirmek için olabildiğince daraltarak özgürleştirmişti hayatını. Çevresindekiler tarafından sıklıkla saçma sapan, tuhaf şekilde davranmakla itham edilmekten apaçık bir zevk duyuyordu ve etrafina çevirdiği surların içinde bağımsızlığına karşı girişilen bütün saldırıları yarı delilik haliyle savuşturabiliyordu. Böylesine güzel, akıllı, yetenekli bir kızın reddettiklerini de, kabul ettiklerini de bir türlü anlayamıyor, bitimsiz merakla birlikte yanından uzaklaşmak zorunda kalıyorlardı. İnsanlar kendi değer yargıları nispetinde anlam veremedikleri tavırlarla karşılaştıklarında, önce yorulmadan. usanmadan o insanları dönüştürmeye, kendilerine benzetmeye çalışıyor, dönüştüremediklerinden de bir anda nefret etmeye başlıyorlardı."
"Ben hiçbir şeyi kaldığı yerde bırakmadım, bırakamadım. Önceleri bunu maharet bilirdim, şimdi kafam karışık, bazı anlarda bunu yapabilenlere içten içe imrendiğimi itiraf ediyorum. Kaldığı gerde bırakma konusunda hislerim, kınanmayla hayranlık duyma arasında, kocaman bir sarkaç gibi gidip geliyor."
"Hayat neyse uzun yol odur. Giderken çevrene bak, kim sabırlı, kim açgözlü, kim kibirli, kim hakkı hukuku rızasıyla gözetiyor anlarsın. Uzun yol sana nerede, ne zaman, ne yapman gerektiğini öğretir. Uzun yol sana basireti, intizamı, insicami öğretir. Zamanın kıymetini anlarsın, insan hayatının pamuk ipliğine bağlı olduğunu, hak yiyenin elbet hesabını ödediğini anlarsın. Uzun yol insanı terbiye eder, ıslah eder, günahına kefaret olur."
"Birbirimizin ülkesini barbarlar gibi işgal etmek yerine, davet edildiğimiz yerde, misafir edildiğimiz müddetçe kalmayı kabul etmiştik. Tanıştığımız andan itibaren hayatlarımıza aç gözlü bir sömürgeci gibi değil, meraklı bir kâşif gibi, gördüklerine hayranlık duyan bir seyyah gibi, bir nefeslik sığınma arayan mülteciler gibi, sırrın peşindeki derviş gibi girmiştik."
"Kendini feda etmeye razı geldiği anda ölümsüzlüğün sırrına ermiş masal kah ramanları gibiydi; artık ne acımasız devlerden korkuyordu ne de zehrine şifa bulunmaz yılanlar padişahından. Kendi çarmıhını taşıyacak kadar, kendi kuyusunu kazacak kadar, kendi ateşini harlayacak kadar büyük bir teslimiyet içindeydi."
"Yüzleşemediği bir hakikat uzaklaşabilmek için kaybolmaya çalışıyordu ama ne kadar giderse gitsin yolu nihayetinde tanıdık bir sokağa çıkıyor, zihnindeki karanlık gölgeye yeniden teslim oluyordu. Hayatta her şeye kayıtsız kalarak düşmekten kurtulduğunu sandığı dehlizin içine çekilmiş ve o ana kadar fark etmemişti. Canı yandı. Daha ne olduğunu anlayamadan koca bir şehirden aşağı itilivermişti. Hızla düşerken etrafına bakınıyor, olup bitenin görmeye çabalıyordu. Herkesin gizli gizli kendisine güldüğünü yeni yeni anlıyordu. O düşüş esnasında. Geç kalmıştı."
"İnsan bazen her şeyin sonuna geldiği hissine kapılıyor. O andan itibaren ne yapacağını bilememenin çaresizliğiyle, eli kolu bağlanmış bir halde, son bir ümitle, dışarıdan gelecek küçük bir işaretin, çürümeye yüz tutmuş ruhuna yeniden can vermesini bekliyor. Gücüm tükendikçe, takatim kesildikçe mucizelere daha çok muhtaç oluyorum."
6/10