Cesur Yeni Dünya, 1984, Fahrenheit 451, Mülksüzler gibi eserlerin ilham kaynağı; distopik romanların atası olan bu kitapta ana karakterimizin günlüğüne yazdıklarını okuyoruz. Ya bu sebepten ya da çeviriden kaynaklı bilmiyorum (Versus Yayınlarından okudum) ama okuması biraz zorladı, bölümler arası kopukluklar,…devamıCesur Yeni Dünya, 1984, Fahrenheit 451, Mülksüzler gibi eserlerin ilham kaynağı; distopik romanların atası olan bu kitapta ana karakterimizin günlüğüne yazdıklarını okuyoruz. Ya bu sebepten ya da çeviriden kaynaklı bilmiyorum (Versus Yayınlarından okudum) ama okuması biraz zorladı, bölümler arası kopukluklar, yarıda kesilmiş cümleler vb. sebeplerden dolayı. Ama bir yandan da gerçekçi olmuş bu durum, günlük olduğu hissini veriyor. Olay 26. yüzyılda geçiyor. Karakterimiz yaşadığı bazı olaylarda kendisinin nasıl hissettiğini anlamamız için günümüzden (Günümüz dediğim de yüz yıl öncesi, kitap 1920 yılında yazılmış.) örnekler veriyor, benzetmeler yapıyor. Ama benzetmeleri (bence) o kadar yerinde o kadar iyi ki, 20. yüzyıl şartlarına nasıl bu kadar hakim olabilir diye beni düşündürmedi değil.
Mülksüzler ve Fahrenheit 451'i okumadım henüz ama özellikle Cesur Yeni Dünya'nın bu eserden etkilendiği çok rahatlıkla fark ediliyor. Distopya severler bence okumalı, öncü eserlerin yeri hep ayrıdır.
"Karşımda bir ayna. Ve hayatımda ilk kez, yemin ederim, hayatımda ilk kez kendimi apaçık, farklı, bilinçli bir gözle görüyorum: kendimi görüyorum ve herhangi bir 'o'ya bakıyormuşçasına şaşkınım. İşte, oradayım. Ya da o, orada: Cetvelle çizilmişçesine düz, siyah kaşları ve kaşlarının arasında, dikey, yara izi gibi bir çatlak (daha önce orada mıydı, bilmiyorum) var. Uykusuz gecenin çemberiyle çevrelenmiş gri, çelik gözler ve çeliğin ardında... Anlaşılan orada ne var, hiç bilmemişim. Ve bu 'orada'dan (aynı anda hem burası hem de sonsuz uzaklıktaki bir 'orada') kendime, ona bakıyorum ve cetvelle çizilmişçesine düz kaşlarıyla onun bir yabancı, başka biri olduğuna, onunla hayatımda ilk kez karşılaştığıma kesinlikle eminim. Ve gerçek olan, benim. BEN, O DEĞİLİM."
"Olması gerekene teslimiyet ne mutluluktu! Bir demir parçası kesin, şaşmaz yasaya boyun eğip bir mıknatısa yapıştığında herhalde böyle bir hisle doluyordur. Ve bir insan, son ıstırabın ardından son nefesini alabildiğine ve ölebildiğine sevinir."
"Sisin ötelerinde, uzaklarda güneşin şarkı söylediği duyuluyordu; orada her şey uyumlu, sedef, altın, pembe, kırmızıydı. Bütün dünya tek bir muazzam kadındı ve bizler rahmindeydik; henüz doğmamıştık, neşeyle olgunlaşıyorduk. Ve açık, apaçıktı: tüm bunlar benim içindi. Güneş, sis, pembe, altın... Benim için."
"Batan güneşin ışıklarının doğan güneşinkiyle tamamen aynı açılarda düşmesine rağmen her şeyin tümüyle farklı, değişik bir pembelikte görünmesi, her şey içinde azıcık burukluk bulunan sessizliğe gömülürken sabaha hepsinin bir kez daha gürültüye ve bolluğa kavuşacağı gerçeği tuhaf, değil mi?"
"Kendimi duyumsuyorum. Ama sadece içine kirpik kaçan göz, şişmiş parmak veya çürük diş kendini duyumsar, bireysel varlığının bilincine varır. Sağlıklı göz veya parmak ya da diş varlarmış gibi görünmezler. Yani gayet açık, değil mi? Kendi kendinin bilincine varmak, hastalıktır."
"Gerçekte kim olduğunu kim bilebilir? İnsan dediğin roman gibidir: Son sayfasına kadar nasıl biteceğini bilemezsin. Yoksa okumanın ne anlamı..."
"Çünkü çocuklar en gözüpek filozoflardır. Ve gözüpek filozoflar her daim çocuk kalır. Yani haklısın, bu tam çocukça, aynıyla gerekli bir soru: Sonra ne olur?"
"Ve mutluluk... Nedir sonuçta? Arzular birer işkence, değil mi? Ve mutluluk hiçbir arzunun kalmaması demektir, değil mi? Bunca yıl mutluluğun önüne artı işareti koymak ne aptallık! Ne beter bir önyargı! Mutlak mutluluğun başına elbette bir eksi, hem de semavî bir eksi konmalı!"
"Ve içimde bir şey (ben değil) şunu düşündü: 'Herkes içinde yalnız kalbiyle birlikte söküldüğünde dinecek büyüklükte bir acı mı taşır?' "
"Kahkahanın öldürücü bir silah yerine geçebileceğini ilk o anda öğrendim. Gülerek cinayet bile öldürülebiliyordu."
"Nasıl tartışabilirdim? Eskiden paylaştığım düşüncelerle nasıl tartışacaktım? Hem de daha hiçbirini böyle parıltılı bir zırha bile büründürememişken... Yanıt vermedim."
"Var gücümle gülümsedim ve gülümsemem yüzümde bir yırtık açmış gibi geldi: Gülümsüyordum, yırtık genişliyordu ve gittikçe daha fazla acı veriyordu..."
"Hiç bilmezdim ama artık biliyorum ve siz de biliyorsunuz: Gülmenin farklı renkleri var. Gülmek, içinizdeki patlamanın uzaktan gelen yankısıdır. Bayram renkleriyle, kırmızılı, mavili, yaldızlı gelebilir. Ya da uçuşan insan parçacıklarıyla..."