Unutulmuşluğun romanı, Binboğalar Efsanesi. Şöyle bir bakınca çaresizlik, aşk, acı, yas, direniş, umut ve umutsuzluk gibi baskın duygular yaratıyor kitap içimizde. Ama kitabın asıl anlattığı bunlar değil, kitap bize unutan insanın içler acısı tablosunu çiziyor adeta. Öyle etkileyici bir anlatımı…devamıUnutulmuşluğun romanı, Binboğalar Efsanesi.
Şöyle bir bakınca çaresizlik, aşk, acı, yas, direniş, umut ve umutsuzluk gibi baskın duygular yaratıyor kitap içimizde. Ama kitabın asıl anlattığı bunlar değil, kitap bize unutan insanın içler acısı tablosunu çiziyor adeta. Öyle etkileyici bir anlatımı var ki çadırları gözlerimle görmüş kadar oldum, o güneşten solmuş rengini.. Yukarılardan atılan kayaları, taşları ben de gördüm sanki, ölen çocukları, bitkin Ceren'i.. Her şeyi, her şeyi...
Olay şu ki; yazları yaylada, kışları ise Çukurova'da yaşayan yörükler, gün gelir de göç edecek bir karış toprak bulamazlar. Bulamayıp ne yaparlar? Uygun olmasa da mecburen boş buldukları yere konarlar, konarlar da taşlanırlar, çok kan dökerler. Alevler içinde yanar da yine direnirler. Peki neden topraksız kalır bu insanlar? Çünkü artık konar göçer yaşam tarzı bitmiş, yerleşik hayata geçilmiştir. Cumhuriyet Dönemi'nde çıkan İskan Kanunu sebebiyle topraklar satın alınır, herkes toprak sahibi olunca konar-göçer Türkmen yörükleri topraksız kalır. Yazın veya kışın senelerdir göç ettikleri, kendilerinin bildikleri topraklar şuna buna satılmıştır ve bunun sonucunda yaşanan mağduriyet Türkmen yörüğünün sonunu getirecektir.
Türkmenler Hıdırellez gecesinde toprak dilemek için aralarında anlaşırlar, işin acı kısmı da burada başlar. Türkmenler insanoğlunun bencil ve aciz arzularına boyun eğer, yaptıkları anlaşmayı çarçabuk unuturlar. Bu önemli gecede herkes yörük halkına değil, kendi hayrına bir şey dilemeye hazırlanır. Belki de en başta yaptıkları hata birlik olduklarını unutmalarıdır. Ama unutulan şey bununla sınırlı kalmayacaktır.
Unutan günü gelince de unutulur.. Türkmen yörüğü önce kendini unutmaya başlar, sonra ise unutulmaya. Kendi soyundan insanlar bir bir unutur onları, herkes görmezden gelmeye başlar çilelerini. Allah'ın yarattığı toprağı unutmazlar da topraktan gelen bu insanları unuturlar, unutmuş gibi yaparlar. Sonralarında insanoğlu anlayışını, geleneklerini, doğruyu, dostluğu, merhameti, yardımı ve daha bir çok şeyi unutur. Değerli olanı da unutur bu insan, insanın maldan mülkten kıymetli olduğunu unutur. Kimisi parayı, koyunu, güzel bir kızı, toprağı, kimisi ise şanını daha değerli sayar insan canından. İşte böyle böyle, insan insanlığını unutuyor nihayetinde. Biz de bu insanlığını unutanların yaptığı hataları okuyoruz, okuyoruz da parçalanıyoruz.
Bu topraksız Türkmenler yine de hiç bırakmıyor umudu. Ha çıktık ha çıkacağız diyorlar bataktan. Hızırdan, kılıçtan, ağalardan, eşten dosttan... Hep bir umut işte. Bir yerden sonra çamura bulanmaya da alışıyor ayakları, bata çıka göç etmekte ustalaşıyorlar. Başlarına bin türlü şey geliyor da Türkmenler yine yılmıyor, hep içlerindeki o minik umut ışığı yaşatıyor onları. Işıkları söner gibi olunca diyorlar atlayalım şu ırmağa, su alıp götürsün cesedimizi. Nedir bu çektiklerimiz diyorlar, nedir bu insanın insana ettiği... Ama sonra yine umut oku kalplerine saplanıyor. Biraz acıtmış olsa da yine iyi geliyor, ışık yakıyor bu perişan insanlara.
Hani ağıt dinleyince içiniz bir fena olur da tarif edemezsiniz ya o duyguyu, işte öyle bir okuma deneyimi yaşıyoruz. Gerçekten unutulana yakılan bir ağıttı bu kitap. İşte öyle; batmalı çıkmalı, bol yürek dağlamalı idi. Dili su gibi aksa da tadı acı, mide yakar cinstendi. Okurken ha çocuk olup bir kuşun derdine düştük, ha aşık olup aşığımızı diledik. Yıllarca kılıç döven de, acı gerçekler karşısında değerini yitiren kuşumuzu salan da bizdik sanki. Sözün özü efendim, bu etkileyici kitap okumaya değer diyorum. Yaşar Kemal'den okuduğum ilk kitaptı, son da olmayacak.
Ayrıca Akrep (Çilekeş) şarkısı tam bu kitaba yazılmış gibi.
🎤 "ve insanlık çıkarların saadeti içinde..."