HER ŞEY YASAK! “haşa” tanrı dışında… En kötüsü de bu zaten. KİTAP OKUMANIN YASAK OLMADIĞI BU DÜNYADA KİTAP OKUNMAMASI..[sonuna bir Orhan Kotan şiiri] *filmin sonu yerine bir not. Bu yaşadığımız dünya mı daha distopik, kitabın-filmin anlattığı dünya mı? Bana, bizim…devamıHER ŞEY YASAK! “haşa” tanrı dışında…
En kötüsü de bu zaten. KİTAP OKUMANIN YASAK OLMADIĞI BU DÜNYADA KİTAP OKUNMAMASI..[sonuna bir Orhan Kotan şiiri]
*filmin sonu yerine bir not. Bu yaşadığımız dünya mı daha distopik, kitabın-filmin anlattığı dünya mı? Bana, bizim bu dünyamız daha bi şey geldi ..distopik.
Kitap uyarlaması olmasına rağmen zor olan başarılmış. Kitap kadar film de çok güzel işlenmiş. Mesele bu değil zaten. Kitapta, filmde oldukça iyi. Okuyun, izleyin. Bi zahmet OKUYUN İZLEYİN yani!
Kitap okumanın, film izlemenin, müzik dinlemenin.. bir bütün olarak bilimin ve sanatın adına ne varsa yasak olduğu bir dünya. Daha doğrusu bir distopya.
TARİH BOYUNCA YAZILMIŞ OLAN EN ÖNEMLİ DİSTOPYALARDAN BİRİ ama DİSTOPYA DEĞİL GERÇEK!
Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı, Orwell’in 1984’ü, Hemngway’ın Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u. Kitapların her biri distopyanın baş kitapları niteliğinde. Hatta pi sayısı, tözü, Lilit’i gibi. Onlar olmadan distopik dünya eksik. Her biri günümüz dünyasında kısmen gerçekleşmeye başladı. Ancak, Fahrenheit 451 de geçen neredeyse her şey gerçekleşmiş durumda.
“kitaptan
katliam gibi korkan general gecelerine
radyolara
radarlara
ajans haberlerine
ve
burjuva düşlerine yıkıldılar.”
Bir aforizma okumak, bir kaset dinleyebilmek için bedenin yakılmasını göze alan bir gerçeklikten, beynin körelten, cahil ve köhne bir yaşam uğruna kitaptan-sanattan uzaklaştığımız bir gerçekliğe geldik. Ne ara bu noktaya geldik nasıl geldik bilmiyorum. Tek bildiğim, bir dönem yaşamış öyle insanlar, gerçek insanlar.
Ne, Cizîrî’nin tutkusunu anımsadık ne de Hypatia’nın fedakarlığını ve ne de Bertolt Brecht’in sanatını-sanatçılığını…
VE BU SEFER İTFAYECİLER ATEŞ SÖNDÜRMÜYORDU!
Evet, ellerinde tazyikli su atan hortumlar değil, gür ateş püskürten alev silahları var. Fahrenheit 451’de itfaiyecilerin görevi ateşi söndürmek değil, bilim ve sanat adına ne varsa ateşe vermekti. Çünkü burda tek tutku, -pardon bilim ve sanat olmadığı için tutkudan söz edilemez- kural vardır, “tanrıya itaat edip onun ~tek kutsal kitabı~nı okumaktır.”
Yoksa sen de benim düşündüğümü mü düşündün?
Değil mi? Ne de benziyor bu günün dünyasına. Ha bizimki biraz daha cafcaflısı. Bizde her şey Tanrı olmuş. İnstagram, tiktok, ırkımız, beğeni sayısı, etkileşim, tıktıklanma, izleme saatinin bir kaç yüz liralık uzuvlarımız. (ÖZELLİKLE DE ETKİLEŞİM VE PARA UĞRUNA KENDİNİ KİRALAMAYA SUNANLARI VE BU LOBİNİN SAHİPLERİNİ, PARA DOLU BİR ADAYA TOPLAYACAKSIN, O PARALARLA BİRBİRLERİNE YEMEK ISMARLASINLAR)
Neyse, Tanrı-tanrılar diyorduk.
Filmde, okul yaşına gelen her çocuk hayatı boyunca öğrendiği tek şey; önünde antik bir tablet gibi duran tanrının kitabını okumak ve o emirlere kulluk etmek. Şey gibi düşünün işte, önüne tablet bırakılan çocuğun, büyüdüğünde ebeveyni tarafından, “bu çocuk niye kendini geliştirmiyor her şeyi taklit.” Demesi gibi.
HER ŞEY!
Filmde asıl motivasyonun başladığı ilk yarım saatinde geçen efsane replik. HER ŞEY!
Çünkü, ortak hafıza büyük bir darbe yemişti. Bu düzenden öncesi hatırlanmıyordu. Sadece bir söylenti vardı. Eskiden insanlar, bilim ve sanatla uğraşmaktan dünyayı yıkımın eşliğine getirmişler. Savaşlar, çok bilenler yüzünden çıkarmış. Sonra Tanrı müdahale etmiş ve hak yolu (sonsuz şükür etmeyi, tabii olmayı ve kul olmayı) baki kılınmış. Asıl mutluluk ve huzur tanrının yolu düsturu kabul edilmiş. O yüzden büyüyen her çocuk geçmişinden bi haber, hafızasız büyür. O yüzde önüne ne konduysa öyle yaşar, onunla yaşar. (Ha burası da şimdiki dünyaya benziyor sanırım) Ta ki, HER ŞEY’i duyana kadar. Sonrası gelişmeler, sorgulamalar, yüzleşmeler, hatırlamalar, olaylar olaylar…
Yıkarıda bir söz vermiştim. Bu konunun özeti niteliğindeki güzel bir Orhan Kotan şiiri..
“sürdük geceye yıldızları
ışıktan yollar döşedik
ve damla damla erirken yıldızlarımız
toprak damlı evlerde umut sönerken
başladık yeniden güneşten döllenmeye
ıssız bir acıya bin süngü birden batarken.
yıkılanlar oldu bu sıra
korku
çürümüş bir beyin olarak
kafalarda yatarken
dağ başlarında kurşunlandılar
doğan bir çocuğa armağan oldu adları
unutuldular
korkuları unutulmadı.
kent yorgunu paslı bir alkol gecesine
kitaptan
katliam gibi korkan general gecelerine
radyolara
radarlara
ajans haberlerine
ve
burjuva düşlerine yıkıldılar.
dağlar bir acılı masaldır artık
ve üniversite
kan davalarından arta kalan bir feodaldir
gelinler ağlayarak girer gerdeğe
türkü söylemesini bilmez çocuklar
gözlerim bin yaşında evliya türbeleri
sen yoksun diye…”
* Aynı filmin 1966 yapımı da çok iyi. Kitabı söylemeye gerek yok zaten.