Kaufman'ın olayı yalnızca karmaşa. Tıpkı hayat gibi ve tıpkı kafamın içi... Bu yazıda Synecdoche New york'tan ziyade Charlie Kaufman hakkında bir şeyler karalamak niyetindeyim. Filmlerinde şahsına münhasır bir hava var ve izleyiciyi adeta bir bulmacanın içine çekiyor. Bu durum dilimiz…devamıKaufman'ın olayı yalnızca karmaşa. Tıpkı hayat gibi ve tıpkı kafamın içi...
Bu yazıda Synecdoche New york'tan ziyade Charlie Kaufman hakkında bir şeyler karalamak niyetindeyim. Filmlerinde şahsına münhasır bir hava var ve izleyiciyi adeta bir bulmacanın içine çekiyor. Bu durum dilimiz döndüğünce konuşmaya değer, değil mi?
Kaufman filmlerinde -izlediğim kadarıyla- dikkatimi çeken iki unsurdan söz edeceğim. Öncelikli olarak değinmek istediğim nokta ise "bilinç". Çünkü Kaufman filmlerinde daima kendimi ana karakterin kafasında gezintiye çıkmışım gibi hissediyorum. Her insan düşünür, bazıları biraz fazla düşünür ve bazıları Kaufman gibi; yani azıcık da çetrefilli düşünür. Kaufman düşünen her canlının beynini mıncıklamış, algı sistemlerini ele geçirmiş ve üstelik bunları bize aktarmaktan büyük bir haz alır gibi hissettiriyor. Örneğin I'm Thinking Of Everything Things filmindeki ana karakterler çeşitli entelektüel konular üzerine bireysel eleştirilerini dile getirirken bir yandan da kadın karakterin bir nevi "iç sesini" duyarız. Hepimiz yaşamışızdır, bilincimiz ardı arkası kesilmez alakasız düşünceleri üst üste yığar kafamızda. Hani alakasız yerlerde alakasız düşünceler gelir ya aklımıza, insan doğasının ayrılmaz bir parçasıdır işte bu. Kaufman filmlerinde bunu görmek, seyretme şansını kazanmak bana garip bir haz veriyor.
Bende bulunduğunu bildiğim fakat insanlarda bunun nasıl işlediğini duyumsayamadığım o sistemi bir karakter üzerinden gözler önüne sermek sanki bizlere "Yalnız değilsin, hepimizin içinde bir labirent ve o geveze fısıltılar var." mesajı veriyor. Anomalisa filmini izleyenler hatırlar, sabah bir şeyler yenilirken o sahnede ciddi bir konu üzerine konuşulmaktadır. Adam ise kadının ağzı doluyken konuşmasına kafayı takar, odağı hızlı bir şekilde bu küçücük davranışa kaymıştır. Çünkü insan böyledir, bazen en küçük şeyler onu en çok rahatsız eden şeylere dönüşür ve zaman geçtikçe o küçükler gözünde büyür, kocaman oluverir. Minik bir detay bizleri ana meseleden hızla koparır. Bu bakımdan insan olarak pek çoğumuzun istemsizce yaptığı, doğamızda olan bu davranış; yani bilinç akışımızın karmaşıklığına Kaufman'ın filmlerinde tıka basa doymayı çok seviyorum. Ayrıca bu özelliğini de kendisinin bir tür imzası olarak yorumluyorum. İnsana dair gözlem ve içgörüleri, psikoloji ve felsefe ile yoğurduğu senaryoları izleyiciye doyurucu bir seyir keyfi yaşatıyor.
İkinci unsur ise öz eleştiri. Yaratmış olduğu karakterlerde kendinden memnuniyetsizlik söz konusu. Kendilerini çokça eleştiriyorlar, Synecdoche New York'ta film başrolün kendini eleştirmesi ile başlıyor hatta. Adaptation'da da aynı durum yok muydu?
"Panik durumum, kendimden nefret etmem ve değersiz varlığım dışında hiçbir şeyi anlayamıyorum, bir tek kendim hakkında yazı yazma konusunda oldukça iyiyim, tamamen benim hakkımda."
Bunun kaynağının ise çok düşünmek olduğu fikrindeyim. Kaufman o kadar çok düşünüyor ki bu durum karakterlere de her daim yansıyor. Ancak çok fazla düşünen insanlar kusurların farkına bu kadar çok varır ve onlara karşı birer saplantı geliştirir. Kendisi, kim olduğu ve yaşamı üzerine öyle çok düşünüyor ki kendi kusurlarından başka bir şeyi göremez hale geliyor. Bu saplantılar ise bir süre sonra yerini korkulara bırakıyor.
Filmlerinde hep orta yaş ve üstü bir erkek ön planda bulunuyor. Orta yaşlarda bir erkek olan Kaufman da filmlerinin kendi düşünceleri ekseninde döndüğünü, kendisiyle ilgili olduğunu söylüyor. Bunu tahmin etmek zor değil zaten, çünkü biraz dikkatli incelendiğinde oluşturduğu karakterlerin benzer ve birbiriyle tutarlı gözüken yönleri, kaygı ve arzuları bulunuyor. Adaptation filmindeki metafor bir nevi sorgulayan, sonra öz eleştiri yapan ve nihayetinde elde olanı kabullenme sürecine giren bir Kaufman profili çiziyor.
Kaufman hiç durmaksızın bir şeyler düşünüyor. Eternal Sunshine Of The Spotless Mind filmi ise aslında bu düşüncelerle olan savaşı niteliğinde. Düşünceleri yok etsek, anıları yok etsek, pek çoğundan sıyrılsak acaba nasıl olurdu diye soruyor kendisine. Düşünüyor, çünkü varmak istediği bir yer var. Fakat oraya varmasa da olur, çünkü onun için önemli olan tek şey varmak istediği yere giden süreç. Filminden yaptığım bu alıntı anda kalamayanlara, şu ölümlü dünyada yolun keyfine varamayanlara küçük bir armağan.
"Sana hayran olan insanlar, sana hayran olmayı bırakırken; ölürken; hayatlarına devam ederken; sen onları geride bırakırken; güzelliğini geride bırakırken; gençliğini geride bırakırken; dünya seni unuttukça; geçici olduğunu fark ederken; karakteristik özelliklerini birer birer kaybederken; seni aslında kimsenin izlemediğini fark ederken; aslında hiç kimsenin de izlemediğini öğrenirken sen sadece sürmeyi düşün. Herhangi bir yerden gelmemeyi, herhangi bir yere gitmemeyi… Sadece sürmeyi düşün. Zamanı sayarak. Şimdi buradasın. Şimdi yoksun."
Kaufman insan doğasını öyle güzel çözmüş ki tasarladığı karakterlerde hiçbir zaman tamamen iyiye yahut tamamen kötüye yer vermiyor. Hepsi hem olumlu hem de olumsuz özellikleri ile ekrana geliyor. Siyah ve beyaz diye ayrıştırmıyor, insanlara bütüncül yaklaşıyor. Hepsinin güzel ve sağlam düşünceleri, tutkuları olabiliyor; sevmeyi biliyorlar. Ve aynı zamanda hepsinin bazı sıkıntıları oluyor; kaygıları, korkuları, başarısızlıkları... Fakat olsun diyor Kaufman, olsun. İlle de yol seni başarıya götürmek zorunda değil ya. Hatta yol bizi bir yere ulaştırmak zorunda da değil diyor, önemli olan yolun ta kendisi. Önemli olan sürecin lezzeti.
"İnsanların bu bitkileri istediği gibi bir şeyi çok istemek istedim."
Esas mesele tutku ile bağlı kalacağın bir yol bulmak ve kendi yoluna sadık kalmak. "Geçici olduğunu fark ederken", bulduğun bu yolda yürümek; öncesi ve sonrası yokmuşçasına. Tutkun ile kol kola yürümek "hayat" yolunda.