Bir film hem itici hem de büyüleyici olabilir mi? Şu anda sinemanın “yaramaz çocuğu” Trier’in, yeterince ilgi görmeyen kariyerindeki en zorlayıcı ve çatışmacı filmlerinden biriyle karşı karşıyayız. Cannes'da ayakta alkışlanan ve yüzlerce kişinin salonu terk ederek yapıma gösterdiği tepkiyle ün…devamıBir film hem itici hem de büyüleyici olabilir mi? Şu anda sinemanın “yaramaz çocuğu” Trier’in, yeterince ilgi görmeyen kariyerindeki en zorlayıcı ve çatışmacı filmlerinden biriyle karşı karşıyayız. Cannes'da ayakta alkışlanan ve yüzlerce kişinin salonu terk ederek yapıma gösterdiği tepkiyle ün kazanan "The House That Jack Built", sınırlı sayıda gösterimi ve düzenlenmiş R dereceli bir versiyonu ile izleyicilerle buluşmuştur. Fakat Trier'in vizyonunun "itkisi" o kadar yüksek ki bu versiyonun R aldığına inanmak bile zor (bu da "neden kesmeye zahmet edelim ki?" sorusunu gündeme getiriyor ama bu başka bir yazının konusu). Peki nedir bu vizyon? Bana kalırsa yönetmenin sanat yaratmak ile can almak arasında doğrudan çizgiler çizdiği, sanatçılığı cinayetle karşılaştıran bir vizyondur. Film, Trier'i kariyeri boyunca peşini bırakmayan kadın düşmanlığı ve insan düşmanlığı iddialarıyla karşı karşıya getirmekte, ancak hiç de beklediğiniz şekilde değil. Trier burada hem kendi karanlık tarafını sorguluyor, hem de kendini yeraltı dünyasına sürgün ederken ana karakteri ile birlikte uçuruma bakmaya cesaret ediyor.
KÜÇÜK SPOILER!
Jack (Matt Dillon) müthiş bir seri katildir. Düzinelerce insanı öldürmüştür ve Dante'nin Virgil'inden esinlenilen, kendisine Verge (Bruno Ganz) adını veren bir adam eşliğinde gerçek anlamda Cehennem’e doğru yol almaktadır. Jack, Cehennem’in çemberlerinde yolculuk ederken bir yandan da en vahşi beş suçunu anlatır ve biz de seyircileri olarak bir delinin evrimine tanık oluruz. Jack anlattıkça suçlarının daha da delice, şiddetli ve kınanacak bir hal aldığını görürüz, ancak bilirsiniz ki Trier için yasak diye bir şey yoktur.
SPOILER BİTTİ!
Karakterimiz suçlarını öylesine küstahça anlatır ki, onda bir tür Trump alegorisi olduğunu bile düşünürüz. Neredeyse yakalanmak için yalvarır fakat kimse bunu yapacak kadar umursamaz. Ancak, bütün bu durumu Trumpvari bir alegori olarak görme yönündeki tüm çabalara rağmen Jack daha çok, cinayet işleyemeyeceğini bilip bunun hakkında filmler yapan Trier'in bir dublörü gibidir. Hatta ayrıntılı cinayetlerini birer sanat eseri olarak hayal etmekle kalmaz, cesetleri giderek daha da korkunç bir tabloya yerleştirir. (Karakterimiz Jack’in açıkça görülebilen bir OKB’si var…)
Bütün bunlar ne anlama geliyor? Filmin son 20 dakikası, Trier'in kariyerinin en çarpıcı imgelerinden bazılarını içermektedir, ancak oraya ulaşmak için "Basit"in işkencesini ve bazı çocukların vurulmasını görmeniz gerekiyor. Trier, Haneke tarzında izleyicileri mi cezalandırıyor? Yoksa sadece insanları kızdırmak için neredeyse kendini mi parodileştiriyor? Sanat ile kışkırtma arasında ince bir çizgi vardır ve "The House That Jack Built"in en iyi bölümleri işte tam da bu çizgiyi sorgulamaktadır. Bu bir tür sanat mı? İğrenç imgelemler dizisi mi? Yoksa her ikisi mi? Eğer öyleyse, "The House That Jack Built" içi boş bir kışkırtmadan mı ibaret, yoksa sadece yoğun bir yorum mu?
Dürüst olmak gerekirse, fikirlerimi burada açıklayacak kadar cesur değilim. Beni yanlış anlamayın, bu filmin dehşetlerini araştırmaya istekli olmamanızı ve/veya ortaya çıkarılacak hiçbir şey olmadığını varsaymanızı anlıyorum, özellikle de Trier'in şakacı insan düşmanlığı geçmişi göz önüne alındığında. Ancak Trier benim için büyüleyici bir yönetmen; şiddeti ve acıyı, sevgi ve neşeyle aynı sanatsal yelpazede görebilen bir deha. Bazıları "The House That Jack Built"e bakıp sanatçılarımızdan sıklıkla beklediğimiz empatiden tamamen yoksun olduğunu söyleyebilir, ancak bence Trier buna katılmaz ve empatinin, tüm insani durumu, sadece iyi taraflarını değil, anlamayı gerektirdiğini savunurdu.
Peki bu yapım eğlenceli veya tematik olarak ilgi çekici bir sinema ürünü mü? Her zaman değil. "The House That Jack Built" ile ilgili beni sinirlendiren bir şey varsa, o da son zamanlardaki en iyi eserlerinden ("Melancholia" ve "Nymphomaniac") daha az odaklanılmış hissettirmesidir. Sonuç olarak eser, toplumun büyük bir kesimi için (her ne kadar ben bu gerçeği kabul etmesem de) sohbet başlatıcı bir yapım olmaktan ziyade boşluğa doğru atılan tutarsız bir çığlıktan ibaret. Her şeyden önce, suçlarını bir polise kelimenin tam anlamıyla bir bir anlatan bir seri katil gibi, Trier de onunla ilgilenmenizi istiyor. İster iğrenmiş, ister büyülenmiş olun, onun dehasıyla ilgilendiğiniz sürece gerçekten umursamıyor. Filmin izlemeye değer olup olmadığına karar vermek şu noktada tamamen size kalmış. Bana soracak olursanız, sormayın.
Karakterin psikanalizini ilerleyen zamanlarda yorumlarda yayınlayacağım. Saygılar.
FAVORİ ALINTILARIM:
Jack: Eski katedrallerde genellikle sadece Tanrı'nın görebileceği en karanlık köşelere gizlenmiş yüce sanat eserleri vardır. Aynısı cinayet için de geçerlidir.
•
Jack: Bazı insanlar kurgularımızda işlediğimiz vahşetlerin, kontrol edilen medeniyetimizde işleyemediğimiz içsel arzular olduğunu ve bu yüzden sanatımızla ifade edildiğini iddia ediyor. Ben buna katılmıyorum. Cennet ve Cehennem'in aynı şey olduğuna inanıyorum. Ruh Cennet'e, beden ise Cehennem'e aittir.
•
Jack: Albert Speer, Yunan ve Roma kalıntılarını inceleyerek "Yıkıntı Değeri Teorisi"ni ortaya attı ve yapılarını hem zayıf hem de güçlü malzemeler kullanarak inşa etti. Böylece bin yıl sonra bile estetik açıdan mükemmel kalıntılar olarak görüneceklerdi.
Verge: Neyse ki inşa edildikten sadece birkaç yıl sonra atomlarına ayrıldılar. Kibir, eski moda bir deyim kullanacak olursam, düşman tarafından cezalandırılır.
Jack: Ama bir sanatçı alaycı olmalı ve sanatında insanların veya Tanrıların refahını düşünmemeli.