“Not quite my tempo.” Uzun zamandır tekrar izlemek istiyordum, düne kısmetmiş. İlk izlediğimde filmi beğenmiştim ama bayılmamıştım. Sinema hakkında bilgim çok azdı. İyi yönetmenlik nedir, film kurgusu nasıl yapılır bunlar hakkında fikrim yoktu. Hala yok denecek kadar az :) ama…devamı“Not quite my tempo.”
Uzun zamandır tekrar izlemek istiyordum, düne kısmetmiş. İlk izlediğimde filmi beğenmiştim ama bayılmamıştım. Sinema hakkında bilgim çok azdı. İyi yönetmenlik nedir, film kurgusu nasıl yapılır bunlar hakkında fikrim yoktu. Hala yok denecek kadar az :) ama en azından bir şeyler anlayabiliyorum.
Aslında burdaki gönderilerimde filmi iyi yapan klasik şeylerden bahsediyorum. Bunlar da genelde benzer şeyler oluyor. Sürekli benzer şeyleri yazmak da beni sıkıyorsa okuyanları daha fazla sıkıyordur. Onun yerine başka bir konudan bahsetmek istiyorum.
Yönetmenin diğer filmlerini de izlemiş biri olarak filmlerinde genel olarak üç şeyin çok üzerinde durduğunu düşünüyorum. Bana da hak vereceğinizi umuyorum. Bunlar takıntı, müzik (özellikle caz) ve renkler. Belki bir gün müzik ve renkler konusuna da değinirim ki bunun için renk teorisine dair bir araştırma yapmam gerekir ancak bugünkü konu takıntı.
Whiplash, yönetmenin filmleri arasında takıntıyı en net gördüklerimizden. Andrew Neiman adlı genç bir bateristin neredeyse tüm hayatını bateriye verip dünyanın en iyilerinden biri olmak için çabalaması anlatılıyor. Bununla da yetinmeyip Terence Fletcher karakteri üzerinden de mükemmeli arayan bir akıl hocası takıntılığına değiniliyor ki onunki daha da psikopatça.
La La Land’de ise caz müziğe takıntılı Sebastian, oyunculuğa takıntılı Mia var. Hatta Sebastian, biraz da yönetmenin kendisini temsil ediyor diyebiliriz. First Man filmi her ne kadar filmografisinde ayrık düşse de orada da Neil Armstrong’un işi üzerine takıntısına, hatta ailesini bu sebeple boşlamasına değiniliyordu. Babylon’da da takıntılı karakterler var ama uzatmaya gerek yok değinmeyeceğim.
Peki neden takıntı? Öncelikle şu var ki hemen hemen her yönetmen filmlerine kendinden bir şey katmak ister. Damien Chazelle de çok takıntılı bir insan olduğu için filmlerinde takıntıyı ele alıyor. Yani takıntıya takıntılı biri kendisi. Ayrıca bilmediğimiz başından geçen olaylar neticesinde başka takıntıları da olmuş olabilir.
Şimdi bu takıntı konusunun neden kendini izlettirdiğini konuşalım. OKB yani obsesif kompulsif bozukluk çok yaygın bir sorundur aslında. Yani çoğumuzun öyle ya da böyle bir şeylere takıntısı vardır. Diyelim ki bir yönetmensiniz. Filmlerinizin genel teması olarak mesela ırkçılık veya kölecilik konularını seçtiniz. Elbette çok başarılı çok sevilen filmler yapabilirsiniz ama bu konulara ilgi duymayan insanları çekmeniz çok zor olacaktır. Üstüne bir de filmde farklı şeyleri yanlış yapardanız daha da zorlanırsınız. Ama hemen hemen herkesin bir takıntısı olduğu için konu bu olduğunda insanları çekmek daha kolay olur. Chazelle gibi filmi film yapan diğer konularda da usta olursanız, o zaman 21. yüzyılın en iyi yönetmenlerinden biri olabilirsiniz. Whiplash’i izleyip de sürükleyici bulmayan çok az kişi olacağını düşünüyorum. Hatta o kişiler için de sunu söylemek gerek. Ya da yönetmenin herhangi başka filmini sevmeyenler de şöyle düşünüyor olabilir: “Tamam obsesyon genel çoğunlukta olan bir konu, ama ben bu filmi sevmiyorum.” diyenler. Filmi iyi yapan tek şey bu değil zaten. Ya da filmi film yapan diyeyim. Örneğin La La Land bir müzikal. Sen müzikal sevmiyorsundur o filmi sevmezsin bu ayrı bir konu. Ya da sen suç temasını seversin o zaman bu filmler sana göre değildir onun da Scorsese, Michael Mann gibi usta yönetmenleri var buyur onları sev. Her konu herkesin tercihi olamaz.
Neyse buraya kadar okuyan herkese teşekkürler. Daha fazla uzatmaya gerek yok, değerli vakitlerinizi daha fazla çalmayayım. Puanı da verip kaçıyorum.
9/10