Ruh Eşleri Üzerine “İnsanlar başlangıçta çift cinsiyetliydiler”, der Aristophanes, Platon'un “Şölen”indeki aşkın kökenlerine dair fantastik anlatımında. Aristophanes'in bildirdiğine göre, ilk insanlar sadece iki cinsel organa sahip olmakla kalmamış, iki yüz, dört el ve dört bacakla donatılmışlardı. Bu “canavarlar” çok hızlıydılar,…devamıRuh Eşleri Üzerine
“İnsanlar başlangıçta çift cinsiyetliydiler”, der Aristophanes, Platon'un “Şölen”indeki aşkın kökenlerine dair fantastik anlatımında. Aristophanes'in bildirdiğine göre, ilk insanlar sadece iki cinsel organa sahip olmakla kalmamış, iki yüz, dört el ve dört bacakla donatılmışlardı. Bu “canavarlar” çok hızlıydılar, taklalar atarak hareket ediyorlardı ve o kadar güçlüydüler ki, tanrılar bile insanların egemenliği hususunda endişeliydiler.
Bu insanların güçlerini hafifletmek isteyen Yunan Tanrılar Kralı Zeus, her birini ikiye bölmeye karar vermiş ve oğlu Apollon'a emretmiştir, “Yüzünü (...) yaraya doğru çevir, böylelikle her bir insan ikiye bölündüğünü görecek ve daha iyi bir düzene girecek.” Fakat Zeus bununla da kalmayıp, tehdit oluşturmaya devam ettikleri takdirde onları tekrar böleceğine söz vermiştir, “(..) ve tek ayakları üzerinde zıplayarak yaşamak zorunda kalacaklar!”
“Kesilen insanlar sefil bir grup imiş”, der Aristophanes. “(Her biri) diğer yarısını özlüyordu, bu yüzden kollarını birbirlerine doluyor, birlikte büyümek istiyorlardı.”
Platon'un bütün karakterlerinin aşk üzerine konuşmalar yaptığı, aralara bolca içki sıkıştırılmış “Şölen”e Aristophanes'in katkısı da işte böyledir. Platon'un en tuhaf konuşmaları Aristophanes'e vermesi bir hata değildir. Kendisi, Yunan kadınların savaş yüzünden “greve gittiği” ve savaşmayı bırakana kadar kocalarıyla s*ks yapmayı reddettiği “Lysistrata” gibi “müstehcen” oyunların sorumlusu, zamanında Atina'nın en ünlü (ve bana göre en komik) komedi oyun yazarıydı.
Peki Aristophanes'in konuşmasının aşk ile alakası nedir?
Aristophanes konuşmasının, “birbirimizi sevme arzumuzun kaynağını”, açıkladığını belirtir. “Sevgi her insanın içine doğar; iki yarımı bir araya getirir; ikiden bir yaratmaya ve insan doğasının yarasını iyileştirmeye çalışır. O halde her birimiz, insani bir bütünün “eşleşen yarısı”yız (...) ve her birimiz daima diğer yarımızı ararız”, der. Bu “teşhis”, Hallmark yazarlarına ve Hollywood yapımcılarına ilham veren Romantik Komedi’ler aracılığıyla herkese aşılanmış bir tür aşk tarifidir, kim olursa olsun kulağına tanıdık gelir. “Aşk, kişinin ruh eşini keşfetmesidir”, der Tom Cruise'un “Yeni Bir Başlangıç” filminde hayat verdiği Jerry Maguire karakteri, diğer yarınızı, yani sizi tamamlayan kişiyi bulmaktır.
Aristophanes bir taraftan oldukça gerçek bir olguyu kastetmektedir. Kendisinin de tasvir ettiği gibi aşkı, “insan doğasının yarasının” tedavisi olarak görebiliriz. Ancak filozoflar için “insan doğasının yarası”, bu tanımdan çok daha fazlasını ifade etmektedir.
Neden aşkı ararız?
Artık hepimizin de bildiği üzere, Yunan filozoflar insanların doğuştan yaralı olduğu konusunda hemfikir olmuş, hiç değilse doğamıza işlemiş ölümcül alışkanlıklara eğilimli olduğumuz sonucuna varmışlardır. Bu çıkarım doğrudur, insanlar yüzyıllardır kalıcı tatmin sağlayamayacak işlerde tatmin aramakta ısrar etmişlerdir. Aristoteles ise bu sahte cazibelerin mal, mülk, güç ve şöhret gibi hedefleri de içerdiğini belirtmiştir. “Bu hedeflerden herhangi birine adanmış bir yaşam oldukça sefil ve boş bir hale gelir.”
Augustinus önderliğindeki Hristiyan filozoflar da bu teşhisi kabul etmiş ve üzerine bir de teolojik bir yorum eklemişlerdir. Maddi varlıkların peşinde koşmak, nihai “Düşüş”ün kanıtıdır ve günahkâr doğamızın bir belirtisidir. Dolayısıyla bu dünyada, Ortaçağ insanının da deyimiyle, “doğaüstü bir hedefe doğru yol alan hacılarız biz”. Augustinus, insanların arzularını dünyevi şeylerle tatmin etmeye çalıştıklarını, ancak içlerinde sonsuzluğun bir parçasını taşıdıkları için buna mahkûm olduklarını söylemiştir. Buna bağlı olarak sonu olan hiçbir şey insanlığı tatmin edemez. “Bizler Tanrı'nın suretinde yaratıldık ve sonsuz arzularımız ancak Tanrı'nın sonsuz doğası tarafından tatmin edilebilir,” der.
17. yüzyılda yaşamış Fransız filozof Blaise Pascal, konuyla ilgili seküler duyarlılıklara nispeten daha uyumlu bir açıklama sunmuştur. Kendisi, günahların ve kötü alışkanlıkların kaynağının insanın hareketsiz bir şekilde oturup kendisiyle baş başa kalamaması ve bilinmeyeni düşünememesi olduğunu iddia etmiştir. “Zihnimizi meşgul etmek ve içimize sızan sıkıntılı düşünceleri engellemek adına savaş, sarhoşluk ya da kumar gibi sıkıntılı uğraşlara başvururuz”, der. Pascal'a göre doğamızın yarası varoluşsal bir durumdur, hiçbir bilimin cevap veremeyeceği ya da çözemeyeceği durumumuzun mutlak belirsizliği sayesinde, sürekli olarak kaygının ya da umutsuzluğun eşiğinde sallanmaktayızdır.
Aşk, hayatın sorunlarına bir çözüm müdür?
Platon'un Aristophanes aracılığıyla dile getirdiği önermeye dönecek olursak: Kaç kişi aşkı hayatındaki sorunlara bir cevap olarak görmektedir? Kaç kişi aşkın doğamızdaki “yarayı” iyileştireceğini ve hayata anlam katacağını umuyor ya da bekliyordur? Kültürümüz ve insanlığa medya aracılığı ile dayatılmaya çalışılan norm pratikte bunu emrediyor olsa da, rasyonel pek az kişinin böyle düşündüğüne eminim.
Hollywood'a göre ruh eşiniz şaşırtıcı ve beklenmedik bir biçimde ortaya çıkabilir! Sizin zıddınız gibi görünebilir fakat yine de açıklanamaz bir şekilde birbirinizden etkilenirsiniz. Ya da alternatif olarak, sevgiliniz başlangıçta kaba veya soğuk görünebilir fakat siz onu gizliden gizliye çekici bulursunuz (bulmak zorunda bırakılırsınız). Bu filmler tipik olarak kahramanlar ruh eşlerini bulduklarında sona erer ve aşkın gerçek sınavı olan çocuk sahibi olmak ve evlilik sonrası mutluluğa dair hiçbir fikir vermezler.
Aristophanes ise aşka oldukça aşırıya kaçan talepler ve beklentiler yüklemiştir: “Bir kişi, kendi yarısını bulduğunda,” diye haykırır, “harika bir şey olur: İkisi de aşk, birbirlerine ait olma hissi ve arzu tarafından vurulur ve birbirlerinden bir an bile ayrılmak istemezler. Bunlar, hayatlarını birlikte tamamlayan ve yine de birbirlerinden ne istediklerini tam olarak ifade edemeyen insanlardır.”
Bu ifade kulağa oldukça mucizevi gelir ve Platon da, doğal olarak, buna inanmamıştır, bu yüzden bu ifadeyi Aristophanes'in hicivli hikayesine yerleştirmiştir. Kısacası, bütün bu ifadelerin hepsi oldukça efsanevidir.
Gerçek aşk var mıdır?
“Ruh eşi” kavramı, evrende sizin eşiniz olan, sizi tamamlayan ve bir şimşek çakmasıyla tanıyacağınız tek bir kişi olduğunu ima eder. Ya gerçek aşkı ararken, boş yere şimşeklerin çakmasını bekliyorsanız? Ya beklediğiniz o mükemmel eş mevcut değilse?
Oyuncu ve komedyen Aziz Ansari, “Modern Romance” adlı kitabında Aristophanes tarafından sahnelenmiş olabilecek bir düğüne katıldığını anlatmıştır: “Yeminler çok güçlüydü. Birbirleri hakkında söylenebilecek en olağanüstü şeyleri söylüyorlardı. “Sen hayatın ışığını alan ve onu gökkuşağına dönüştüren bir prizmasın”, gibi şeyler.” Ansari, yeminlerin o kadar coşkulu ve o kadar yüce olduğunu söylüyor ki, “dört farklı çift, sözüm ona bu yeminlerde ifade edilen aşka sahip olmadıklarını düşündükleri için ayrıldılar.”
Yani zamana ve koşullara karşı gelebilen aşk sıradanlaşır mı?
Aşk, en az bir kez aşık olmuş herkesin tanıklık etmiş olabileceği üzere, hayatın sorunlarına çözüm değildir. Romantizm çoğu zaman baş ve kalp ağrısının başlangıcıdır. Varoluşsal bir yarayı iyileştirmek adına başka bir insana böyle bir yük yüklemek veyahut ondan medet ummak adil değildir. Bu, hiçbir ölümlünün üstesinden gelemeyeceği kadar büyük bir sorumluluktur. Bu yüzden Platon'un Aristophanes aracılığıyla sunduğu bu ters eleştiriyi kabul ediyorum, gerçek aşk zaten çok daha sıradan ve dünyevidir. Fakat şunu da belirtmeliyim ki, gerçek aşk, sonucu itibariyle olmasa da kökenleri itibariyle dünyevidir. Aniden, ilk görüşte keşfedilmez. Aksine büyük bir çalışmanın, sürekli dikkatin ve fedakarlığın ürünüdür.
Aşk, sorunların çözümü değildir demiştik, fakat tüm süreci daha keyifli ve onları daha katlanılabilir bir hale getirdiği doğrudur. Ruh eşleri var ise şayet, ömür boyu süren bir birliktelik, ortak görevlerle geçirilen bir ömür, acıya katlanmak ve elbette neşeyi keşfetmek ile şekillenmektedirler.