Dostoyevski’nin Yeraltından Notlarını okurken kendimi karakterin zihninde kaybolmuş gibi hissettim. Kitap, bir yandan insana kendini sorgulatırken, diğer yandan bazı yerlerde fazlasıyla yoğun ve yorucu gelebiliyor. Ama tam da bu yüzden etkileyici; çünkü karakterin derin çelişkileri ve iç hesaplaşması beni içine…devamıDostoyevski’nin Yeraltından Notlarını okurken kendimi karakterin zihninde kaybolmuş gibi hissettim. Kitap, bir yandan insana kendini sorgulatırken, diğer yandan bazı yerlerde fazlasıyla yoğun ve yorucu gelebiliyor. Ama tam da bu yüzden etkileyici; çünkü karakterin derin çelişkileri ve iç hesaplaşması beni içine çekti.
Kitap, bir adamın kendi iç dünyasında kaybolurken, insanlık halinin en karanlık köşelerine ışık tutmayı amaçlıyor. Bu adam, ismini asla öğrenemediğimiz bir karakter. Yazar, karakterin adını bize özellikle vermiyor çünkü bu kişi bir prototip. Hepimizin içindeki çelişkiler, karmaşalar ve kendiyle çatışmalarla yüzleşen bir insan. Bir nevi hepimizden bir parça taşıyor.
Kitap iki bölüme ayrılmış: Yeraltından ve Notlar. "Yeraltı" dediğimizde aklımıza genelde fiziksel bir mekan gelir ama burada Dostoyevski’nin kastettiği şey çok daha farklı. İnsanın kendi zihnindeki o görünmeyen, karanlık katmanlar... Hepimizin içinde bir yeraltı var, sadece farkında değiliz ya da fark etmekten korkuyoruz.
Birinci bölüm, Yeraltından, oldukça ağır ilerliyor. O kadar yoğun bir metin ki bazen bırakmayı düşündüm. "Acaba başka bir kitaba mı geçsem?" diye sordum kendime. İyi ki bırakmamışım. Bu bölüm kesinlikle yavaş ve sakin bir şekilde okunmalı. Hızlıca okuyup geçmek mümkün değil çünkü olay örgüsü yok. Karakter bir düşünceyi dile getiriyor, sonra kendi söylediğini inkar ediyor. Kendi kendine konuşur gibi yazıyor, bazen de düşünceleri bir tür içsel monoloğa dönüşüyor.
İkinci bölüm, Notlar, bir olay örgüsüne sahip ve daha akıcı. Bu bölümde karakterin korkuları ön plana çıkıyor. Yaşamak, sevmek, heyecan duymak istiyor ama korkuları o kadar büyük ki, bu isteklerinin önüne geçiyor. İnsanlardan nefret ediyor, olaylardan nefret ediyor ama en çok da kendisinden nefret ediyor. Bu nefretin kökeninde ise değersizlik duygusu var. Kendini her şeyden soyutlamış ve o kadar yalnız ki yalnızlığı artık bir ceza değil, bir alışkanlık haline gelmiş.
Karakterin hissettiği bu yalnızlık, bana insanın kendi içine hapsolma halini gösterdi. O yalnızlık bazen güvenli bir sığınak gibi görünüyor ama aslında en büyük tehlike de orada. Çünkü ne kadar derine inerseniz, o kadar kayboluyorsunuz. Ve ne yazık ki, bu yalnızlık karakteri tüketmiş.
Ayrıca karakterin "rasyonel insan" kavramını sorgulaması çok ilgimi çekti. Sıkça şunu soruyor: "Mantıklı bir varlık olmamız bizi mutlu ediyor mu? Ya da irrasyonel kararlar alıp kendi kendimize zarar verdiğimizde, aslında daha mı özgür oluyoruz?" Bu sorgulamalar, insan doğasının karmaşıklığını fark etmemi sağladı.
Dostoyevski’nin bu kadar yoğun bir duyguyu böylesine derin bir şekilde ifade edebilmesine hayran kaldım. Kitaptaki tek bir cümleyi anlamaya çalışırken saatlerce düşünebiliyorsunuz. Kitap zaman zaman ağır geldi, çünkü dilinin yoğunluğu ve karakterin bazen dağınık düşünceleri dikkatimi toplamayı zorlaştırdı. Ama bu, metni daha düşünerek okumamı ve karakterin iç çelişkilerini anlamamı sağladı. Kısaca, bazen yoruldum ama kesinlikle değdi.