Lafı hiç uzatmadan konuya geçelim. Güzellik ile ahlak arasındaki bağların kopması durumunda, insanın içine düşeceği uçurumun derinliği öngörülemez. Donna Tartt’ın "Gizli Tarih"i, bu kopuşun feci sonuçlarını gözler önüne seren, estetik ve etik değerler üzerine modern bir tragedya olarak şekillenir. Klasik…devamıLafı hiç uzatmadan konuya geçelim. Güzellik ile ahlak arasındaki bağların kopması durumunda, insanın içine düşeceği uçurumun derinliği öngörülemez. Donna Tartt’ın "Gizli Tarih"i, bu kopuşun feci sonuçlarını gözler önüne seren, estetik ve etik değerler üzerine modern bir tragedya olarak şekillenir. Klasik dünyaya özlem duyan bir grup gencin, bu idealin yıkıcı cazibesine kapılışını izleriz. Öğretmenleri Julian Morrow’un öğretileriyle beslenen bu küçük topluluk, estetik saflık arayışında, insan doğasının en karanlık köşelerinde kaybolur. Lakin güzelliğin "ne" olduğunu sorgulamak, sıradan bir akıl için fazlasıyla karmaşık olabilir. Estetik, felsefi bir derinlik ile düşündüğümüzde, yalnızca yüzeysel bir kavram değildir, varoluşun en derin anlamını içerisinde barındırır.
Estetik ve ahlak arasında bir çatışma mı söz konusudur? Yoksa ikisi de birbirine sıkı sıkıya bağlı mıdır? Bu sorulara vereceğimiz yanıt, insanın dünyadaki konumunu ve eylemlerinin doğasını da belirler. Tartt’ın karakterleri, bu soruların tam anlamıyla merkezinde durur. Richard dışarıdan gelen, estetik dünyaya henüz adım atan bir yabancı gibi görünse de, onun bakış açısı esasında sıradan bir akıldan çok daha fazlasını sunar. Richard’ın gözünden baktığımızda, güzelliğin yüceliği ve çekiciliği tartışmasızdır; fakat sahip olduğu pasif duruş, ahlaki zayıflığı da beraberinde getirir.
Lakin değerlendirdiğimiz temalar içerisinde dikkatimizi vermeniz gereken kişi Richard değil, bizzat estetik ile ahlaki değerler arasında bir denge kurma çabası içerisinde olan Henry'dir. Henry, klasik dünyanın bir öğrencisi olmanın yanı sıra, yaşayan bir yansımasıdır. Platon’un idealar dünyasında güzelliğin ve erdemin mutlak olduğunu bilir, yine de erdemin tanımını yeniden yapmaya cesaret eder. Bu girişim, kendi ahlaki çöküşünün de başlangıcıdır. Çünkü Henry, erdemi yalnızca estetik bir bütünlük olarak görür ve bu estetik bütünlüğü bozacak her şeyi (ve herkesi) hayatından çıkarmaya hazırdır.
Bunny’nin ölümünü düşünelim. Onun varlığı hem ahlaki bir sorun, hem de estetik bir uyumsuzluk olarak algılanır. Grubun saflığını tehdit eden, estetik uyumlarını bozan bir unsur haline gelir. Bu noktada bu cinayetin neden işlendiğini anlamak için klasik tragedyanın derinliklerine inmek gerekir. Tıpkı antik Yunan trajedilerinde olduğu gibi, burada da kaçınılmaz bir kader olgusu vardır. Sophokles’in eserlerinde de sıklıkla karşılaştığımız üzere, karakterlerin yazgıları önceden belirlenmiştir; bireysel özgürlükleri ve kararları bu yazgının gölgesinde kaybolur gider. Lakin Henry ve arkadaşları, yazgılarının ne olduğunu bildiklerini ve bu yazgıyı kontrol edebileceklerini düşünmek gibi büyük bir yanılgıya düşerler.
Bunny’nin cinayeti, yalnızca kaçınılmaz bir eylem olarak değil, estetik bir zorunluluk olarak da yansıtılır. Fakat bu noktada estetik ve ahlak arasındaki ilişkiyi olduğundan daha derin düşünmemiz gerekir. Güzelliği ahlaki değerlerden soyutlayarak yalnızca bir biçim sorunu haline getirdiğimizde, estetik mükemmeliyete ulaşmak için her türlü kötülüğü meşru görmeye başlarız. Henry, bu noktada Nietzsche’nin "Apollon ve Dionysos" ikilemini hatırlatır. Apolloncu düzen, estetik güzellik ve mantık arayışı, Henry’nin dünyasında merkezî bir konumdadır. Fakat Bunny’nin ölümünden sonra bu düzen hızla parçalanır ve yerini Dionysos’un kaotik, yıkıcı gücüne bırakır. Dionysos’un temsil ettiği kaos, hem bireyin içsel dünyasında, hem de toplumsal yapıda kendini gösterir.
Burada bir noktayı açıklığa kavuşturmalıyız: Henry'nin estetik anlayışı, yalnızca güzelliğin ve ahlaki sorumluluğun uyumuna dayalı değildir. O, güzelliğin mutlak ve bağımsız bir ideal olduğunu savunur. Platon’un güzellik ve iyilik arasındaki sıkı bağı koparıp güzelliği bir üst değer olarak konumlandırması, Henry’nin ahlaki kararlarında yol gösterici olmuştur. Ancak bu yanılsama tehlikeli bir yanılsamadır. Güzellik kendi başına bir erdem olabilir mi? Öyleyse şayet, her türlü etik normu bir kenara bırakıp, yalnızca estetik mükemmellik peşinde koşmak meşru mudur? Henry’nin cevapları bellidir fakat bu cevaplar yalnızca kendi trajedisini hazırlamaktadır.
Antik Yunan filozoflarının düşüncelerini incelediğimizde, ahlaki ve estetik değerlerin uyumlu bir şekilde bir arada bulunması hususunun ne denli önemli olduğunu görürüz. Platon, güzellik ve iyiliğin ayrılmaz bir bütün olduğunu savunurken, Aristoteles insanın erdemli yaşamı estetik ve ahlaki değerlerle uyum içinde sürdürmesi gerektiğini belirtir. Ancak Henry, bu düşünceleri çarpıtarak yalnızca estetik mükemmeliyeti hedefler ve bunun için her türlü ahlaki yükümlülüğü göz ardı eder. Bu hareketi ile kendi sonunu getirecektir.
Şu noktada eser, "modern" bireyin estetik arayışı ile ahlaki sorumlulukları arasındaki çatışmayı etraflıca ele alır. Güzelliğin "mutlak bir ideal" olduğunu kabul edersek, onun peşinden gitmek için ne kadar ileri gidebiliriz? Henry ve arkadaşları, bu soruya bir yanıt verebilmek adına ahlakın ötesine geçerler. Dolayısıyla, sınırların aşılması demek, nihai yıkımın önünü açmak demektir.
Estetik ideallerin ahlaki normlar ile uyumsuzluk içerisinde olduğu bir dünya, kaçınılmaz olarak kendi içinde bir çatışma yaratır. Bu çatışma, yalnızca bireylerin iç dünyasında değil, eylemlerinde de kendini gösterir. Bunny’nin ölümü ve sonrasında yaşananlar, estetik ile ahlak arasındaki dengenin ne denli hassas olduğunu net bir şekilde gözler önüne serer. Tartt, bu temaları işleyerek, klasik dünyaya bir saygı duruşunda bulunurken, modern dünyanın ahlaki açmazlarına da derin bir eleştiri getirir.
Güzelliğin büyüsü cezbedicidir, evet; lakin estetiği ahlaktan ayırmak, bir bıçağı keskin ucuyla kavramaya benzer, dokunuşunuz ne kadar hassas olursa olsun, sonuç hep aynı olacaktır: Kan ve trajedi.
İnceleme:
Eser, zarif bir güzellik ve entelektüel bir derinliğe sahip bir başyapıt olup, sıradan bir romanın sınırlarını aşar. Donna Tartt, geniş vizyonuyla yalnızca okuyucunun aklına değil, ruhuna da hitap eden bir anlatı dokumuştur bu eserinde. Çağdaş edebiyatta nadiren rastlanan yüce bir özlemi uyandıran eser, akademik dünyanın en yoğun ve baştan çıkarıcı yanını yakalar ve okuyucusuna modern dünyanın ahlaki sınırlamalarından etkilenmeden, yalnızca saf fikirler ile meşgul olmanın ne anlama geldiğini hatırlatır. Karakterlerin hiçbiri yalnızca birer edebi figür değil, daha yüksek bir varoluş arayışıyla motive olan karmaşık varlıklardır. Günlük yaşamın sıradanlığından kaçıp güzellik, bilgi ve daha yüce bir "şey"in peşine düşme arzusuyla birleşen bir topluluktur okuyucusunu esas içine çeken.
Yazımı harikulade olan roman, hikaye anlatıcılığını aşarak sanata dönüşen bir hassasiyet ile işlenmiştir. Tartt’ın tarzı, spesifik olarak, karakterlerin Klasik ideallere duyduğu o (neredeyse) kutsal saygı atmosferini yaratır, okuyucusunu bir tür entelektüel elitizm ve felsefi keşif dünyasına çeker. Böylece herkesi, çoğunlukla umutsuzca ilerleyen bu entelektüel ve ruhsal aydınlanma arayışına ortak olmaya davet eder.
Öte yandan bu eser büyük bir trajedidir de. Çünkü güzeli ve tanrısal olanı aramanın kutlaması olduğu kadar, bu arayışların talep ettiği bedeli de hatırlatır herkese. Karakterler, kendi ideallerinin peşine düşerek, onları maddi dünyaya bağlayan insani sınırları gözden kaçırırlar. Elbette ki bu Tartt’ın başarısızlığı değil, aksine zaferidir. İnsan deneyiminin tüm yelpazesini aktarmayı başarmıştır o: En yüksek arzulardan, kaçınılmaz bir düşüşe kadar...