1816 yazında, genç Mary Wollstonecraft Shelley, nişanlısı Percy Shelley ve arkadaşları Lord Byron ile birlikte İsviçre'de tatildeydi. Herkesin ölümüne sıkılmış olduğu, belki de kasvetli bir akşam, birbirlerine bu güne kadar yazılmış en korkunç hikayeleri yazmak üzere meydan okudular. O gece…devamı1816 yazında, genç Mary Wollstonecraft Shelley, nişanlısı Percy Shelley ve arkadaşları Lord Byron ile birlikte İsviçre'de tatildeydi. Herkesin ölümüne sıkılmış olduğu, belki de kasvetli bir akşam, birbirlerine bu güne kadar yazılmış en korkunç hikayeleri yazmak üzere meydan okudular. O gece yazılanların çoğu unutulacaktı, bir genç kızın edebi yaratısı ve Victor Frankenstein'ın talihsizlikleri hariç.
O zamanlar yalnızca eğlenceli ve kendi çapında başarılı olarak değerlendirilen hikâye, sonraları mitsel bir boyuta ulaştı. Orijinal romanın kendisi, günümüzde aralarında neredeyse hiçbir ilgi bulunmayan dışsal imgelerle örtülmüş durumda (özellikle de 1931 tarihli film uyarlamasında yer alan Boris Karloff’un yüz makyajıyla). Öyle ki, elinizi sallasanız elli tane uyarlamasına denk gelebileceğiniz gibi bir saçmalık derecesi bu, misal, Kenneth Branagh’ın De Niro’yu baş role koyduğu filmi ya da Mel Gibson'ın parodisi gibi.
Fakat Shelley’nin romanı, hayaletler veya canavarlardan ziyade, İncil'in Yaratılış ve Düşüş temalarını inceleyen felsefi bir yolculuktan oluşur. Doğal yollar ile çoğalmak yerine, bazı cerrahi ve yapay teknikleri kullanarak yeni bir canlı yaratma fikri, 16. yüzyıldan kalma "Prag Golem" hikayesinden türemiştir. (Golem, bir Yahudi efsanesi kahramanıdır. Talmud'da Âdem'in ruhu üflenmeden önce bir golem olduğu yazılıdır. Yahudi folklorunda golemlerin insan şekli verilmiş çamurdan yapıldığı fikri yer alır. Ruhları yoktur, zekaları düşük seviyededir ki Golem, İbranice "aptal" kelimesinden türetilmiştir גולם). Bu mit, yalnızca bir canlının yaratılması değil, yaratıcı gücün sorumluluğu ve bu gücün yanlış kullanıldığında doğuracağı yıkım hakkında da derin bir uyarı sunar.) Eser, Milton’ın "Kayıp Cennet" eserine yapılan göndermeler ve bu kitaptan doğrudan alıntılar da içermektedir. Tanrı ile Şeytan (Frankenstein ile “canavar”) ve Adem ile Havva (Frankenstein ile Elizabeth ya da canavar ile potansiyel kadın-canavar) temasına ait varoluşsal bir önermedir.
Kitabı okumadıysanız, Frankenstein’ı ya da meşhur canavarını tanımıyorsunuz demektir. Modern mitolojide bu isimi taşıyan bir yaratık mevcut olsa da, orijinaline pek benzememektedir. Fakat Dracula'ya döndüğümüzde durumun oldukça farklı olduğunu görürüz.
Hakkında en az iki ya da üç film izlemiş olanların bileceği üzere, şu ana kadar yapılmış bütün Dracula filmleri arasında oldukça çarpıcı bir benzerlik bulunmaktadır, hikaye her seferinde aynı kalır: Harker, böcek yiyen Renfield, Mina'nın sadakati, Lucy’nin baştan çıkarılması, Dr. Van Helsing, Varna’dan deniz yolculuğu, harap ve heybetli malikâne... Bütün bunlar hem eserde, hem sonraki yapımlarda, hem de kültürel mitolojide mevcuttur. Hatta zaman zaman replikler bile tekrarlanır, ünlü “Asla şarap içmem” repliği neredeyse her yapımda yer alır.
Frankenstein’ın hikayesini okuduğumuzda ise onu tanımlayan anların, dağdaki kale, ceset hırsızlığı, kambur asistan, sessizce gezinen canavar, tırpanlı kalabalık ve yanan yel değirmeni gibi hiçbir unsurun orijinal hikayede yer almadığını görürüz. Dolayısıyla, hikayenin, kuzey kutbunda bir gemide, kaptan ile kız kardeşi arasında geçen yazışmalar ile anlatıldığını gördüğümüz zaman ilk şaşkınlığımızı yaşarız.
Hikayenin yapısı, pek çok açıdan ideal değildir. Ne odaklı ne akıcıdır, ve doğrusunu söylemek gerekirse pek de inandırıcı değildir. İki metre kırk santimlik bir canavar bir yıl boyunca fark edilmeden ahırınızda yaşayabilir; ve yine aynı canavar, bir dili yalnızca kullanılışını izleyerek akıcı bir şekilde konuşmayı ve okumayı öğrenebilir. Öte yandan Shelley’nin yazım tarzı, düşündürücü ve inceliklidir; fakat zaman zaman ağır ve sanatlı bir üsluba kayar. Dr. Frankenstein sürekli ne yapacağını düşünür ve genellikle hiçbir şey yapmaz. Bu durum, kahramanın iç çatışmalarını derinleştirir lakin eyleme geçmeden harcanan vakitler okuyucuyu yorabilir. Ek olarak, Frankenstein'ın, kendi eylemlerinin getirdiği yıkımın farkında olarak yine kendini suçluyor olması hikayeye uygun olsa da, okuyucuda sempatik bir izlenim bırakmaz.
Doktora kıyasla canavar gerçekten saf ve umutsuzdur, kaderini değiştirmeye çalışsa da başaramaz. Yine doktor da bu talihsiz durumu iyileştirecek bir şey yapmaktan kaçınır. İşte hikayeyi ilginç kılan en önemli unsur tam da bu gerçeğin altında yatmaktadır. Elimizde tam anlamıyla Yunan trajedisi-vari bir durum mevcuttur: Bir adamın, hem eylemleri hem de eylemsizlikleri ile kendini kaçınılmaz biçimde mutlak bir yıkıma sürükleyişinin anlatısı.
Edith Hamilton'ın tanımıyla, trajedi, derin bir duygusal kapasiteye sahip bir insanın başına gelen korkunç bir olaydır; bu kişi, yaşadığı her dehşet anını tanıyıp hissedebilecek kadar duyarlıdır. Dr. Frankenstein, bu duygusal kapasiteye kesinlikle ama kesinlikle sahip ve fazlasıyla donanımlıdır. Öyle ki, zamanının büyük bir kısmını kendine acıyarak, kederini yüksek sesle dile getirerek geçirir (bunun sempatik bir özellik olmadığından bahsetmiştik).
Nihayetinde, kişi ile yaratığı arasında gelişen bu çifte trajedi, kitabın en ilgi çekici ve etkileyici unsuru olarak öne çıkar ve hikâyenin zaman zaman tekrara düşen detaylarını bile unutturur. Suçlu, kötü veya gerçekten sefil olan kimdir sorularına net bir cevap yoktur. Rollerin sürekli olarak değiştiği hikâyede, çatışmayı çözmek için basit bir yanıt bulmak imkânsızdır.
Yazının başında da ifade ettiğimiz gibi, insan ile kendi evreni (çoğu zaman "tanrı" kavramı üzerinden kişileştirilen evren) arasındaki ilişkiyi araştıran klasik bir okuma olarak değerlendirilebilir bu eser. Kişiler, hayatlarını bir anlatı, kendilerini de bu anlatının kahramanı olarak görür; başarısızlıkları için bir suçlu arayabilirler. Shelley, hikâyeyi bu iki iç içe geçmiş yaşam arasında şekillendirirken, her birinin kendini haklı çıkarıp tüm sıkıntılar için diğerini suçladığını göstererek okuyucuyu, kendi hayatını ve seçimlerini sorgulamaya yönlendirir.
Hikayeyi anlatıldığı şekliyle ele almak istersek, Dr. Frankenstein'ı bir "tanrı" figürü, yaratıcı ve yaşamın otoritesi olarak okumak oldukça kolaydır. Canavarın acıları, yaratılmış olmasının hem doğrudan, hem de dolaylı yoldan bir sonucudur; ıstırabı, yaratıcısının yetersiz kalmış planlarından doğmuştur. Lakin diğer yandan, canavarı gerçek bir "canavar" yapan, kendi iradesiyle gerçekleştirdiği eylemler ve yaptığı seçimlerdir.
Şimdi hikâyeye başka bir açıdan bakmayı deneyelim: Doktor, tüm sorunları için suçlayabileceği bir canavar yaratır; hayatının her anını kontrol eden, acılarına neden olan, her daim güçlü ve görünmezlik içerisinde onu takip eden bir varlıktır bu. Doktor, bir tanrı yaratmıştır. İnsan formuna yakın fakat çok daha güçlü, yok edilemez, kaçınılamaz, korkunç bir tanrı. Peki konu nihayete erdiğinde, "modern Prometheus" kimdir?
Kitabın neredeyse tamamında, canavarı gören tek kişi doktorun kendisidir ve doktor cinayet işlenen her mekanda bulunduğu için hikayeyi, bir delinin kendi kendini haklı çıkarma çabası olarak okumak da mümkündür: Tüm cinayetleri işleyen, kötülüğü yaratan kişi doktorun kendisi olabilir. Lakin o, tüm bu eylemleri, yalnızca kendisinin gördüğü korkunç bir yaratığın işi olarak açıklamaktadır. Bununla birlikte, doktorun tam bir "unreliable narrator" yani "güvenilmez anlatıcı" olduğu fikrine ikna olmak zor değil.
Hikayenin temel fikri güçlü ve düşündürücü; ancak anlatı, uzun soluklu, odaktan yoksun ve tekrarlara düşkün. On dokuz yaşındaki bir yazarın ilk romanı sıfatıyla oldukça etkileyici olmasının yanı sıra, müthiş bir hayal ürünü ortaya koyar. Stoker'ın sığ Dracula'sından farklı olarak, burada geniş bir vizyon, Victoria dönemi sanatçılarının "yüce" kavramına duyduğu hayranlığı yansıtan bir derinlik mevcuttur.
Unutmadan ekleyelim, eser modern korku türünün erken ve bilim kurgu türünün de ilk örneği olarak kabul edilir. Çok bilinenin aksine Mary Shelley, Jules Verne, H.G. Wells ve Edgar Allan Poe'dan önce yaşamış ve bu eseri ortaya koymuştur. Fakat eserin genel havası tam anlamıyla bir "dehşet" barındırmaz. Daha çok duygusal bir yoğunluk taşır. Umutsuzluk, kasvet, melankoli, sefalet, ıstırap gibi sözcüklerin Mary Shelley’nin kaleminden döküldüğüne sıkça şahit oluruz.
Suç ve gizem türlerine, seri katil hikayelerine, Stevenson'ın Dr. Jekyll ve Mr. Hyde'ına, Poe'nun Arthur Gordon Pym'in Olağanüstü Serüveni'ne, Wells’in Doktor Moreau'nun Adası'na ve Lovecraft’ın Deliliğin Dağlarında gibi tür ve eserlere etkisi büyük olmuştur Frankenstein'ın. GDO’lardan yapay zekâlara kadar, yeni ve "zeki" varlıkların keşfedildiği ve türetildiği çağımız için bu eser oldukça önemli bir kaynaktır.