Revolutionary Road, Richard Yates'in 1961 de aynı adla yazdığı romanından uyarlanan bir film. Yönetmenliğini Kate Winslet'in eşi oscar ödüllü Sam Mendes üstlenmiş. Hatta bu film Kate ile birlikte yaptıkları ilk proje. Leonardo DiCaprio, Kate Winslet ve Kathy Bates 1997 de…devamıRevolutionary Road, Richard Yates'in 1961 de aynı adla yazdığı romanından uyarlanan bir film. Yönetmenliğini Kate Winslet'in eşi oscar ödüllü Sam Mendes üstlenmiş. Hatta bu film Kate ile birlikte yaptıkları ilk proje. Leonardo DiCaprio, Kate Winslet ve Kathy Bates 1997 de çektikleri Titanik'den sonra ilk kez yeniden bir araya gelmişler. Bu durumda filme ayrı bir hoşluk katmış.
Film, hikaye olarak ağır ama Leonardo -Frank-, Kate ise -April- karakterlerini çok başarılı bir şekilde çıkardıkları için iç dinamiği yüksek ilerliyor.
Film de savaş sonrası 1955 yılında yaşayan Wheeler çiftini mercek altına alıyoruz. Filmin başında çok kısa bir süreliğine hayattan zevk alan, hayalleri olan iki bekar genç insanı tanıyoruz. Aynı bize gösterilen kısa bir zaman diliminde de evlenmeye karar veriyorlar. İlk çocuğa hamile kalındıktan sonra, sıradan insanlar kategorisinde olmamak ve özel hissetmek için lüks evlerin bulunduğu "Revolutionary Road" caddesi üzerinde bir eve sahip oluyorlar. Öncelikle kitaba ve filme adını veren Revolutionary Road yani "Devrimci Yol" caddesine odaklanmak lazım. Aslında filmin adının aksine tersi bir durum yaşanıyor, Prolaterlikten burjivaziye geçiş yapıyorlar. Helen (Kathy Bates) onlara satacağı eve götürürken arka caddenin sakinlerinden bahsederken, "Bu cadde de tesisatçılar, çiftçiler, tamirciler.. gibi oldukça sıradan insanlar yaşıyor. Fakat hemen şu köşeyi dönünce Revolutionary Road caddesinde, kendinizi çok özel hissedeceğiniz, minik pencereli, lüks evlerin olduğu, yemyeşil bahçelere sahip bir dünyaya gireceksiniz." diyor. Peki bu cadde gerçekten de onları arka caddeden ayırıp, kendilerini çok özel hissettirip, en önemlisi mutluluğu verebilecek midir?
Frank, aslında nefret ettiği ama geçimleri için iyi bir getiri sağlayan bir işe sahiptir. Yönetmen, Frank'in işe gidişini izletirken onlarca aynı tip giyinmiş fötr şapkalı, aynı renk tonu sıkalasına sahip paltolu erkeğin yolculuğunu, filmin en çarpıcı kareleri olarak seyircinin gözlerinin önüne seriyor. Daha orada anlıyoruz ki; özel olayım derken aslında birbirinin aynı tiplere bürünmüşler. Hayallerinden vazgeçip, klasik Amerikan Kültürü yapısına sahip bir aileye dönüşmüşler. Frank evi geçindiren bir aile babası, April ise ev, çocuklar ve koca ile ilgilenen bir ev kadını olmuş. Fakat April bu durumun bilincinde ve çok mutsuz. Hep oyuncu olma hayalleri varken, bu hayali bir kenara itip evlenip çocuk doğurmuş -ki filmde anneliği sorgulayıcı düzeyde, filmin ilerleyen bir sürecinde anca anlıyoruz aslında iki çocuk sahibi olduğunu.-. Annelik onun hayallerinin yok oluşu olmuş bu da onda derin bir psikolojik buhran yaratmış durumda. Buna rağmen hayallerine yeniden kavuşma umuduyla, küçük amatör bir tiyatro grubuna katılmış ve daha ilk gösterimlerinde başarısızlığı tatmış. Oyun dönüşü ikilinin arabada başlayan kavgaları iki karakterinde birbirinden farklı olan derinliğini oldukça iyi vurgulamış. İpin ucu ilk orada kopuyor, sonrası ise o ucu yeniden yakalayabilme çabası üzerine ilerliyor.
April bir yerden sonra kendi hayalinden vazgeçip, Frank'in hayalini gerçekleştirmeye odaklanıp yeni bir nefes, yeni bir umut hayaline sarılıyor. Mekan değişikliğinin, içinde bulundukları görünmez hapishaneden bir kaçış kapısı olacağına inanıyor. Tamamen radikal bir karar ile Paris'e taşınmaya karar veriyor ve Frank'i de bu hayalin peşinde gitmeye ikna ediyor. İkna sırasında kullandığı şu cümle çok üzücü bence, "Sen dünyadaki en muhteşem şeysin. Sen bir -Erkek-sin!". Frank'i yücelteyim derken bir kadın olarak kendini aşağı çekiyor. Bir yandan da rolleri değişiyor. Paris'e gittiklerinde , sanatsal hiçbir yeteneğinin olmamasına rağmen Frank'in evde oturup yeteneklerini keşfetmesini ve kendisinin de bu süreçte gidip sekreterlik yaparak evi geçindirebileceğini savunuyor.
Tam her şey oldu, bu parmaklıksız hapishane düzeninden, bu umutsuzluk vaadeden gelecekten kurtuluyoruz derken hoooop beklenmedik olaylar gelişiyor. Peki bu durum onları ve ilişkilerini nasıl etkileyecek? Bunu da izleyerek görmenizi tercih ediyorum.
Fakat bana filmin eeen çok etkileyen cümlesi ne oldu diye sorarsanız; Helen'in ciddi psikiyatrik sorunları olan oğlu John'un şu cümlesi derim: " Bir tek şey için çok memnunum. Ne mi? O çocuğun ben olmamış olması.".
O kadar önemli ve de derin bir cümle ki; izleyince neden öyle olduğunu anlayacaksınız.
Keyifli seyirler.