Platon, yalnızca düşüncesinin genişliği değil, halkların ve bireysel olarak ruhun başarısızlıklarını aydınlatma konusundaki katı disiplini ile de Batı geleneğinin en vazgeçilmez filozofudur. Devlet ve Phaidon gibi diyaloglarında kusursuz bir netlik ile ortaya koyduğu vizyonu, sıradan politikacıların ve akademisyenlerin pratik gözlemlerini…devamıPlaton, yalnızca düşüncesinin genişliği değil, halkların ve bireysel olarak ruhun başarısızlıklarını aydınlatma konusundaki katı disiplini ile de Batı geleneğinin en vazgeçilmez filozofudur. Devlet ve Phaidon gibi diyaloglarında kusursuz bir netlik ile ortaya koyduğu vizyonu, sıradan politikacıların ve akademisyenlerin pratik gözlemlerini aşar. Platon’un diyalektiği, faydalar veya uzlaşmalar ile ilgilenmez. O, sonsuz ve tavizsiz olan “Gerçek” ile ilgilenir ve bunu aramayanların anlayışının ötesindedir.
Platon’u düşünmeye başlarken kaçınılmaz olarak mağara alegorisi ile başlamak gerekir. Bu imge, görünüş ve gerçeklik, cehalet ve aydınlanma arasındaki büyük ikiliği özetler. Mağaradaki zincirlenmiş tutsaklar çoğunluğu oluşturur; hayatlarını gelenek, duyum ve temel içgüdülerle şekillendiren, sorgulamadan uzak insanları temsil ederler. Gölgeyi gerçek zannederler, titrek figürleri varoluşun tamamı olarak kabul ederler.
Bu ne kadar iğrenç ve ne kadar derin bir trajedi! Çoğu kişi bu yanılsamalar, bu yüzeysellik ile yetinir. Durumu sorgulamazlar, kendi sınırlarının ötesine geçmeye çalışmazlar. Platon’un filozofu, mağaradan kaçıp güneşin kör edici ışığına, “İyiliğin Formu"na, tanık olan kişi, hem kendisinin hem de, dolayısıyla, toplumun ideal yöneticisidir. Fakat bu yükselişi kaç kişi başarabilir? Kaç kişi eylemlerinin sonuçlarını göze alabilir?
Bizim zamanımızda da, tıpkı Platon’un zamanında olduğu gibi, cehaleti tercih edenler çevremizi sarıyor; aydınlanma sürecinin acı verici doğasına katlanmaktansa sıradanlığı kabul ediyorlar. Fakat filozof, Formların bilgeliğine sahip olarak, mağaradaki gölgelerin yalnızca daha yüksek gerçekliklerin gelip geçici yansımaları olduğunu anlar. Filozof olmak, cehalet zincirlerinden kurtulup, gerçeğin peşinden gitmektir. Platon, bunu acı bir netlik ile ortaya koyar: Bilgiye giden ruh yolculuğu seçkinci bir çabadır. Herkes buna layık değildir, herkes denememelidir de.
Bu nedenle Platon’un Devlet'i hem politik bir manifesto hem de psikolojik ve metafizik bir eserdir. Platon, Formların bir kısmını da olsa yakalayabilmiş nadir kişilerin, halkı İyi’ye doğru yönlendirmek adına mağaraya geri dönmeleri gerektiğini savunur. Filozof-kralın yönetimi arzulanan bir hedef değil, bir görev, bir zorunluluktur. Platon’un açıkça ifade ettiği gibi, gücü kontrol edebilenler, onu kullanmaya en az layık olanlardır. Şehir, tıpkı ruh gibi, yalnızca aydınlanmış kişilerin rehberliğinde gelişebilir. Platon’un ruhun üçlü yapısına (akıl, cesaret ve arzu) yaptığı muameleye dikkat edin. Bu, devletin mikrokozmosudur; akıl (filozof-kral), cesurları (savaşçı sınıf) ve arzu sahiplerini (halk) yönetir.
Devletin akıllılar tarafından yönetilmesi gerektiği gibi, bireyin ruhu da akıl tarafından yönetilmelidir. Akıl arzuya boyun eğdiğinde kaos ortaya çıkar, hem devlet içerisinde, hem de kişinin iç dünyasında. Belki de zamanımızın en temel problemi budur: Aklın kontrolüne girmemiş, arzu tarafından yönetilen, sorgulanmamış bir yaşam. Ruhun hedonizme, tüketimciliğe ve yüzeyselliğe düşmesi, arzunun aklın üzerindeki zorbalığından başka bir şey değildir bana göre. Bu husus, yaşadığımız çağın en ayırt edici niteliği değil midir? Bilgelik yerine arzular ile yönetilen bir toplum…
Ancak Platon, sorgulanmamış yaşamı yalnızca eleştirmekle kalmaz; bize bir çözüm önerisi de sunar. Bu çözüm, bizzat felsefenin kendisidir, bilgelik sevgisidir. Bilgi arayışı, insanı cehalet zincirlerinden kurtarıp ruhunu ilahi olan, ebedi olan ve gerçek olana yönlendirmektir. Aklın otoritesine boyun eğmektir; mağaradan çıkıp İyi’ye bakmaktır. Fakat bu yükseliş ne hoş ne de kolaydır. Ağırdır, çoğu zaman korkutucudur. Çoğu insan buna katlanamayacak kadar korkaktır.
Korkarım ki Platon’un ideali bin yıllar boyunca bu yüzden gerçekleştirilememiştir. İnsanlar aklın kör edici ışığına katlanmaktansa arzularına teslim olmayı ve kendi çöküşlerinin farkına varmadan yaşamayı tercih ederler. Filozof sıklıkla hor görülür, çünkü ruhun eksikliklerini açıkça gözler önüne serer. Sonuçta Platon’un hayatı, başlı başına bir trajedidir: Fikirleri saf ve talepkar olan bir düşünür, cehalet ve ahlaksızlığa batmış bir dünya.
Yine de Platon, vizyonu zamansız olduğu için ayakta kalır. Onun ideallerini aştığımızdan değil, onları tam anlamı ile kucaklayacak cesareti hiçbir zaman göstermediğimizden ütopyası gerçekleştirilememiştir. Devlet'i, soyut olduğu için değil, insanlık onu gerçekleştiremeyecek kadar bozulmuş olduğu için ulaşılamaz bir ideal olarak kalmıştır.
Platon’un çalışmaları gölgeleri sorgulama cesaretine sahip olan, bilgelik arayışına giren, rahatlıklarından, itibarlarından ve hatta hayatlarından vazgeçmeye hazır olan az sayıdaki kişiye bir çağrıdır. Yalnızca bu bireyler, yaşamaya değer bir hayatı bulabilirler. Platon’un hocası Sokrates'in de ifade ettiği gibi: “Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değer değildir.” Platon, çoğu hayatın gerçekten sorgulanmadığını ve dolayısıyla değersiz olduğunu acı bir gerçek olarak kabul eder. Ancak, mağaradan çıkmaya cesaret edenler için ödüller tarifsizdir. Yalnızca onlar İyi’yi görür. Yalnızca onlar, hem kendilerini hem de başkalarını yönetebilirler. Ve bu az sayıdaki kişi için felsefe arayışı bir seçenek değil, bir zorunluluktur.
Gelelim Homeros'a. Homeros, insanlık tarihinin en büyük şairi, mitin ve gerçeğin mükemmel birleşimini yakalayan bir figürdür. İlyada ve Odysseia yalnızca birer edebi eser değil, insan ruhunun derinliklerine dair zaman üstü incelemelerdir. İnsan varoluşunun trajik ve kahramanca doğası, savaşın dehşeti ve kaderin kaçınılmazlığı ile yüzleşen kahramanların destanları yüzyıllardır Homeros’un dizelerinde yankılanmıştır. Fakat Homeros’un büyüklüğü, esasen kahramanlarının eylemlerinde değil, onları yönlendiren tanrılar ile olan ilişkilerindedir. Bu destanlar, insanlık ile tanrıların oynadığı büyük oyunun yalnızca bir sahnesidir ve bu oyun, tüm zaferler ve trajediler arasında insanın kendi doğası ile hesaplaşmasını zorunlu kılar.
İlyada, savaşın ardındaki psikolojik ve metafizik gerilimleri çözümleyen bir eserdir. Troya Savaşı, yalnızca Akhalar ve Troyalılar arasında geçmiş olan bir mücadele değil, insanın güç, şeref ve kader ile olan evrensel mücadelesinin temsilidir. Akhilleus’un öfkesi, insanlığın tanrılara ve onların belirlediği yazgıya karşı verdiği mücadeleyi temsil eder ve trajik ihtişamı, ölümsüzlük ile yüzleşmesi hususunda yatar. Homeros’un bize gösterdiği şey, ölümün kaçınılmazlığı karşısında bile büyük olmanın, tanrılara karşı mücadelede bir asalet taşıdığı gerçeğidir. Akhilleus’un kahramanlığı, ölümün ötesine geçen bir yaşam arayışında yatar.
Homeros’un dizelerinde tanrılar, insan kaderini yönlendiren güçlerdir. Ancak tanrılar, her zaman mutlak erdemin temsilcileri değildir. Onlar, insan tutkularının daha yüce, daha güçlü bir yansımasıdır. Zeus, Hera, Athena ve diğerleri, ölümlülerin yaşamlarına müdahale ederken, güçsüzlüklerini ve kısıtlamalarını gösterirler. Tanrılar bile sınırlıdır; onların iradeleri bile değişkenlik gösterir. Homeros’un bu çok katmanlı tanrı-insan ilişkisi, insanlık tarihindeki en derin sorgulamalardan biridir: İnsan kaderini kim yönlendirir? İnsanlık mı, tanrı/lar mı?
Bu hususta Odysseia tamamen farklı bir destan gibi görünse de özünde aynı soruları sormaktadır: İnsan ne kadar özgürdür? Odysseus’un on yıl süren eve dönüş macerası, aslında bir adamın düşmanları ile değil, kaderin kendisi ile mücadelesidir. Odysseus, zekası ve iradesi ile tanrılara karşı durabilir, ancak nihayetinde tanrıların gücü onu sınırlamaktadır. Bu durum, Homeros’un insan ruhuna dair sahip olduğu derin bir anlayışı yansıtır: İnsan ne kadar büyük olursa olsun, evren karşısında sınırlıdır.
Fakat Homeros’un kahramanlarının trajik ve kahramanca doğası, insanın kendisi ile olan mücadelesinde de yatmaktadır. Akhilleus ve Odysseus gibi figürler, yalnızca fiziksel zorluklar ile değil, kendi içsel doğaları ile de yüzleşirler. Akhilleus’un öfkesi ve Odysseus’un bitmek bilmeyen eve dönüş arzusu, insanın içindeki kaosu ve huzursuzluğu simgeler. Onlar, insan ruhunun karmaşıklıklarını, çatışmalarını ve arzularını dile getiren figürlerdir. Bu kahramanlar, yalnızca antik dünyanın değil, evrensel insan doğasının da birer simgesidir.
Homeros’un destanları, insanın evrendeki yeri ve kaderi üzerine derin bir meditasyondur. Dizeleri, insan ruhunun zayıflıklarını, tutkularını ve erdemlerini ortaya çıkarır. Fakat bu destanlar aynı zamanda kişinin kendi sınırlarının farkına varmasını ve bu sınırları aşmaya yönelik giriştiği o çaresiz lakin asil çabayı da temsil eder.
Antik çağın bu destanları, Platon’un felsefesine ve Aristoteles'in etik anlayışına paralel olarak, insanın “arete” (Attika Yunancası: ἀρετή) mükemmellik peşindeki yolculuğunu resmeder. Homeros’un dünyasında da, tıpkı Platon’un devletinde olduğu gibi, yalnızca üstün olanlar yönetir. Bunlar, insan ruhunun en büyük potansiyelini açığa çıkaranlar, büyük kahramanlar ve düşünürlerdir. Ne var ki, bu ideal topluma yalnızca birkaç kişi ulaşabilir. Homeros’un dünyasında herkes kahraman olamaz; tıpkı Platon’un toplumunda herkesin filozof olamayacağı gibi.
(Yazı karakteri yetmediği için yorumlar kısmında devam ediyorum.)