Filmin yorumu, aşırı derecede yerden yere vurma içerebilir. The Square'e karşı derin hisler besleyen insanların uzak durması, keyifli olur. Son yıllarda izlediğim en hayal kırıklığı, en balon yapım sıralamasında çok rahatlıkla ilk üçe girebilir. Mesela bu film, ne yaptı da…devamıFilmin yorumu, aşırı derecede yerden yere vurma içerebilir. The Square'e karşı derin hisler besleyen insanların uzak durması, keyifli olur.
Son yıllarda izlediğim en hayal kırıklığı, en balon yapım sıralamasında çok rahatlıkla ilk üçe girebilir. Mesela bu film, ne yaptı da Loveless'i, Killing Of A Secred Deer'i geçip Cannes ödülünü aldı, merak ediyorum. O dönemin jüri grubunda olan Almodóvar bu filminde ne gördü de, ben görmeyi unuttum? bunu da ayrıca merak ediyorum.
Filmin senaryosu tam bir facia. Hiç bir matematiğe uymayan, sadece "sanat sevicileri" için yapıldığını düşündüğüm bir senaryosu var. Her sahnesi, gereksiz derecede uzun olmasının yanı sıra, bu uzun sahnelerde hiç bir şey anlatamaması, bakın burasi önemli "Hiç bir şey anlatmaması" gerçekten muazzam bir başarı. Kare'nin anlamı ile başlayan film, kare ile hiç bir şey vermemesi filmin ilginç yanlarından biri. Bunun yanında yaptığı sanat eleştirisini, tam olarak nasıl bir elestri yapması, anlaşılmazliğı bir kat daha arttırıyor.
Filmin kamerasına gelecek olursa, facialar silsilesi burada da peşimizi bırakmıyor. Ben en son Arka Sokaklarda gördüğüm, bıçak gibi "cut"'lar bu filminde karşımıza çıkan şeylerden sadece biri. Sahnelerde kolaya kaçacak şekilde cut atılması bir derece mantıklı olsa da, her 7 dakikada bir sahneleri bıçak gibi kesmen ve o 7 dakikalık seanslarında içlerinin bomboş olması gerçekten takdire şayan bir hareket. Hakkını yemeyelim, son bölümlerde merdiven sahnesinde "roll-cam" güzeldi, onun harici kamerayı kullanan adam, maaşını beğenmemiş olmalı ki görsel olarak da bizi yere seriyor.
Bütün bu kötülükler bununla sınırlı kalıyor mu? Tabi ki de hayır. Mesela filminde baş rol yok. Evet, bir baş rol var ama tam olarak neyin başı kimin başı belli değil. Tüy gibi, yani o adamı oradan alsak yerine Mesut Komiser'i koysak filmde en ufak bir titreme olmaz. Onun dışında filmde sırra kadem basan insanlar var. Bir an da yok olan ve nereye gittiğini merak ettiğimiz insanlar var. Yetmiyor, birden ortaya çıkan çocuklar var. Çocukların nasıl ortaya çıktığını da anlamıyoruz. Yani, oyuncular ile ilgili hiç bir fikrimiz yok aslında. He bir de maymun adam var. Bir ikon olduğunu iddia etseler de, ikon olan tek yani, ikonluktan yoksun olması.
Hatırladıkça sinir krizine girmemi sağlıyor bu film. 2 saat 31 dakika boyunca hiç bir şeyi anlatmaması, gerçekten muazzam bir başarı. Bu film sayesinde sanattan anlamayan, taşra komedisi bağımlısı biri olduğumu öğrendim mesela. Kendimi bulmamı sağlayan Cannes ekibine ve yönetmen Ruben Östlund'a buradan teşekkür ederim.
İsveç kültürünü bilmediğim için yaptığı eleştirleri anlamadığım için kendimden özür diliyorum.
Kısacası, hiç bir şeyi ile olmamış bir film. Yani hayatta 2 saat 31 dakika boş zamanınız olsa bile bu filmi izlemeyin. Gidin doğayı izleyin, yolları izleyin ama bu filmi izlemeyin. Doğa veya yollar veya inasanlarin spontane senaryosu ve görselliği ve hatta oyunculuğu bu filminden daha iyidir.
2/10