Kimi filmler vardır ki izledikten sonra içinizi "Ne izledim ben" hissiyatı yiyip bitirir.Ruben Östlund 2017 yapımı The Square filmiyle izleyiciye bu hissiyatın doruklarını yaşatıyor.Sanat eleştirisi olduğunu iddia eden The Square,hem eleştirilerini anlaşılabilir dilde yöneltmeyerek hem de senaryo matematiğini yoksayarak unutmak…devamıKimi filmler vardır ki izledikten sonra içinizi "Ne izledim ben" hissiyatı yiyip bitirir.Ruben Östlund 2017 yapımı The Square filmiyle izleyiciye bu hissiyatın doruklarını yaşatıyor.Sanat eleştirisi olduğunu iddia eden The Square,hem eleştirilerini anlaşılabilir dilde yöneltmeyerek hem de senaryo matematiğini yoksayarak unutmak isteyeceğimiz filmler arasına giriyor.
Olmamışlık konusunda sınırlarını zorlayan senaryo sanat eleştirisinin büyüsüne kapılıp ne derdini anlatabiliyor ne de belirli bir matematiği kendine temel alıyor.Bağlam noktalarının oluşturulmasının unutulduğu sahneler birbirinden o kadar kopuk ki bir sürü kısa film birleşmiş de bu film oluşmuş hissiyatına kapılıyorsunuz.
Absürt sahnelerin varlığı,karakterlerin anlamsız davranışları ve 5 dakikada bitirilebilecek işlerin 1 saatte yapılması filmin içine girmemizi hayli zorlaştırıyor ve gerçekçilik vaat etmiyor.Her ne kadar sinemasal gerçekçilik ve hayat gerçekleri birbirinden ayrı formlar olsa da her filmde ikisinin de buluşma noktalarının bulunması gerekir.Realite nedir bilmez bu filmde ise tek buluşma noktaları karakterlerin nefes alıyor,yemek yiyor ve konuşuyor olması...
Duygusuz duygusuz ilerleyen senaryo karakter yaratımı konusunda da ayrı bir facia sunuyor.Sahneleri sırtlayabilen başkarakterin yoksunluğu,öne çıkan yan karakterlere yer verilmemesi ve nereden çıktığı bilinmeyen çocuklar gibi anlam veremediğiniz yan karakterler facianın yapı taşlarını oluşturuyor.Fazla cut yediği için de hem karakter hem de hikaye konusundaki anlamsızlığı farklı seviyelere taşınıyor.Masum izleyicilerin kafasına yumruk gibi indirilen sert cutlar,Çin işkencesi niyetine kullanılabilecek gereksiz uzatılan sahneler kurgu ekibi ve yönetmen hakkında güzel dilekler dilememize sebep oluyor.Zaten içine girilmesi zor hikayeyi cutlar ile daha da zor hale getirilmesini anlamak imkansız diyebiliriz.
Eleştiri de eleştiri diye tutturan film övücülerimize anlam verememekle beraber elle tutulur gözle görülür kalple sevilir bir eleştiri sunmuyor bu filmimiz.Aynı sene Altın Palmiye için yarışan Zvyagintsev'in Loveless filmi tek bir sahneyle toplumsal eleştirisini The Square'den çok daha etkili bir biçimde yapıyor.Filmografik açıdan başarılı bulamadığımız bu filmde başkanlığını Pedro Almodovar'ın yaptığı Will Smith ve Park Chan-Wook'un da yer aldığı Cannes jürisi bizim göremediğimiz ne gördü merak konusu...
Lanthimos'un The Killing of A Sacred Deer'ına ve Zvyagintsev'in Loveless'ına yapılan haksızlığı düşündükçe kafayı yememek mümkün değil.2 buçuk saat boyunca hiçbir şey anlatmamak da büyük bir başarıdır denilmiş herhalde.Lümpen eleştirisini lümpenlere yaparak işin ekmeğini yiyen bu yapım,her elementiyle olmamışlıklar bütünü sunarak Ruben Östlund'un adını kara listemize yazdırıyor.