Vietnam Savaşı’na ilgi duymamın nedeni dünyayı büyük oranda değiştirmesiydi. Her ne kadar 1960’larda yani Soğuk Savaş Dönemi’nin Kore’den sonra ikinci sıcak çatışması olarak gündeme gelse de öncesinde Napolyon önderliğinde Fransa’nın, İkinci Dünya Savaşı sırasında Çinhindi’ni ele geçiren Japonya’nın burada ciddi…devamıVietnam Savaşı’na ilgi duymamın nedeni dünyayı büyük oranda değiştirmesiydi. Her ne kadar 1960’larda yani Soğuk Savaş Dönemi’nin Kore’den sonra ikinci sıcak çatışması olarak gündeme gelse de öncesinde Napolyon önderliğinde Fransa’nın, İkinci Dünya Savaşı sırasında Çinhindi’ni ele geçiren Japonya’nın burada ciddi anlamda sömürü faaliyetleri oldu. ABD’nin buradaki faaliyetleri 1963 yılında başladı ve 10 yılı aşkın bir süre devam etti. Burada yerlilerin gerilla mücadelesine karşı koyamayan ve coğrafyayı tanımayan ABD 60.000 askerini bataklığa gömdü. Dünyanın en akıl almaz hareketiydi 17. Enlem girişimi. ABD bu kez İkinci Dünya Savaşı’ndaki kadar şanslı değildi çünkü artık televizyon icat edilmişti. Tüm dünya savaşa dahil olmuştu bu da barışçıl hareketlerin doğmasına vesile oldu. Amerika’da “hippi” dediğimiz mutlak retçi olan bir karşı kültür oluştu. Savaş karşıtı faaliyetler yaygınlaştı. Sürecin sonunda her ne kadar “Rambo” ile dünyaya farklı bir algı empoze edilse de Full Metal Jacket ile Kubrick, şimdi bahsedeceğim Apocalypse Now ile Coppola Vietnam Savaşı’na beyaz perdede yeni bir boyut kazandırdı.
Apocalypse Now’ın anlattığı konu bile başlı başına ilgi çekmeye yetecekken birde Vittorio Storaro’nun görüntü yönetmenliğiyle bambaşka bir işe imza atıldı. Defalarca restore edilerek vizyona girdi. Film Yüzbaşı Benjamin L. Willard’ın bir otel odasında sinir krizi geçirmesiyle başlıyor. Helikopter pervanesinin odadaki vantilatöre dönüşmesi, Willard’ın aynaya yumruk geçirmesi.. müthiş ve filmin özünü taçlandıran bir sahne. Söylenen odur ki Willard’a hayat veren Martin Sheen bu sahnenin çekiminde gerçekten kalp krizi geçirir ve Coppola müdahale etmez. Bu bana çok inandırıcı gelmese de Martin Sheen bu sahnede gerçekten elini parçalamıştır. Sahnenin sonunda kapı çalar ve Willard’ı çıldırmaya iten bu hiçlik son bulmuştur. Şimdiki görevi yoldan çıkmış, Amerika’nın emirlerine karşı gelmiş, saf değiştirip birde Tanrı olmaya soyunmuş Albay Kurtz’u ortadan kaldırmaktır. Willard’ın eline bir dosya tutuşturularak Kurtz’un peşi sıra gönderilir ki Willard Kurtz’u ortadan kaldırmak için görevlendirilen ilk asker değildir. Daha önce gidenler onun “Tanrı gücünden” etkilenir ve ona katılır kendisi de ona karşı koyamayacağı konusunda tedirgindir. Willard yanında birkaç askerle uzun bir yolculuğa çıkar. İnce uzun bir nehir üzerinde uzun bir yolculuk. Bu yolculuk aynı zamanda Willard’ın da hem kendisini sorguladığı hemde Kurtz’u öğrenmeye çalıştığı içsel bir yolculuktu. Onun da içinde Kurtz’un saptığı yol ayrımları var mıydı? Onu bulacak mıydı ya da bulduğunda bu güç karşısında görevini yerine getirebilecek miydi? Aslında Willard’la birlikte bizde Kurtz’le tanışmak için o nehri kat ediyoruz.
Marlon Brando’nun hayat verdiği Kurtz filmi şaha kaldırmakla kalmıyor sinema tarihinin en iyi diyaloglarından biri olarak hafızalara kazınıyor. Set fotoğraflarına bakınca bu filmin ve Brando’nun neden efsane olduğunu çok daha iyi anladım. Brando her ne kadar çekimler sırasında Coppola’nın burnundan getirse de Coppola bu filmin ekmeğini uzunca yıllar yiyerek acısını çıkardı. Neyse konudan çok saptık.
Yolculuk esnasında Willard’a eşlik eden çok farklı karakterlere şahit oluyoruz. Bir aşçı, burnunun bile kanamayacağını düşünen ve en iyi sörf yapılabilecek yeri arayan umursamaz, “sabahları napalm bombası kokusuyla uyanmayı sevdiğini” söyleyen ve napalmı zafer kokusu olarak nitelendiren bir teğmen, genç siyahi bir asker, ünlü bir sörfçü.. bunların hepsi adeta başka bir kafa karışıklığını temsil ediyordu. Özellikle savaşın ortasında sörfle kafayı bozmuş teğmen savaşı umursamayan Amerika halkına bir göndermeydi. Ekibin içindeki ani sinir krizleri, emirlere itaatsizlik, kayıtsız davranışlar ve sürekli dile getirilen eve dönme isteği.. hepsi Amerika'nın Vietnam'daki konumunu izah ediyordu. Film 3 saatten fazla olduğu için sadece ordunun durumuna değil aynı zamanda Fransa’nında Vietnam’daki konumuna da vakıf oluyoruz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’ya bakış açısı değişen bir Amerika vardı artık.
Bunun dışında işaret fişekleri ve doğal gün ışığını kullanımı filmi bambaşka bir boyuta taşımıştı ki en çok zevk aldığım kesinlikle bu sahneler oldu. Coppola’yı iflasın eşiğine getiren bu harika ötesi çekimler, sahneler ve set kült hanesine adını yazdırmış oldu. Savaş konulu filmler içinde akıllarda soru işareti bırakmayacak kadar iyi olan, savaşın insan üzerinde bıraktığı yıkıcı etkiyi en iyi şekilde inceleyen ve sorgulayan belki de en iyi film. Belki değil tam olarak en iyisi.