YAŞASIN SANSÜR! YAŞASIN SANSÜR! İYİKİ YALAN VAR! İYİ Kİ YALAN VAR! YALAN OLMADAN, FANTEZİ VE METAFOR DİYE BİR ŞEYİN YOKTUR. “SANIRIMLAR.. YALANLAR..” Tek bir şey. Tek bir şeyi insanlık tarihinden çıkartırsak, %99.9 oranında bir değişimle karşılaşırız. Yine yemek yerken çatal…devamıYAŞASIN SANSÜR! YAŞASIN SANSÜR! İYİKİ YALAN VAR! İYİ Kİ YALAN VAR! YALAN OLMADAN, FANTEZİ VE METAFOR DİYE BİR ŞEYİN YOKTUR. “SANIRIMLAR.. YALANLAR..”
Tek bir şey. Tek bir şeyi insanlık tarihinden çıkartırsak, %99.9 oranında bir değişimle karşılaşırız. Yine yemek yerken çatal kullanabilir, eğitim alıp verebilir, çalışabilir, kısacası; beslenme-barınma-üreme ihtiyaçları karşılanabilirdi. Yine de %99.9 farkla olurdu.
Düşünsenize, sansürün olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Kendimizi sansürleyemediğimiz bir yaşam ne sıkıcı ve katlanılmaz olurdu. Gerçekliğin çarpıcı soğukluğu altında yaşamayı kim ister ki? Çok sıkıcı. İçinde bulunduğumuz yaşama küçük bir mola verip bir düşünelim; bakıma muhtaç, insanlara deneyimlerini sözlü aktarım dışında hiçbir işe yaramayan yaşlı insanları bırakıp unuttuğumuz yere, “Huzurevi” değil de, "Yaşlı Umutsuz İnsanlar İçin Üzücü Bir Yer" dediğimizi.
Ya da SANSÜR olmasaydı, “aşk” denilen şeyin aslında orta çağda uydurulmuş bir şey olduğunu ve cinselliği kamufle etmek için insanların yaşamda var kılmak zorunda olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalacaktık. Dolayısıyla kadınlar ve erkekler, “sevgi” denilen sıkıcı şeyle yetinmek zorunda kalacak, cinsel arzuya bir kılıf uydurulamayacak, William Shakespeare gibi insanlar şiirler yazamayacak, insanlar birbirine karşı beslediği cinsel isteği belirtmek için; “SANA AŞIĞIM” gibi, ilk duyumda neredeyse herkesi hoşnut eden bu cümle değil, “SENİ CİNSEL ARZULUYORUM.” Demek zorunda kalacaktı. Çok iticiymiş.. İYİKİ SANSÜR VAR! (bu günlerde; sevgi, arayış, hoşlanma gibi fenomenler de aşkla karıştırılıyor ama neyse)
Veya SANSÜR olmasaydı; Roma, Britanya, Çin, Moğol, Bizans ve Osmanlı gibi örnekleri olan oluşumlara imparatorluk değil de; “Tecavüzcü, işgalci, sömürgeci, ilhakçı, sapık, düşkün, diktatörlükler” dediğimizi bi düşünsenize. Aslında ne sıkıcı ve mide bulandırıcı olduklarını bilmek hiç te keyifli olmazdı.
Sakın yanlış anlaşılmasın! “Talihsiz” bir gerçekliğin darbesini yumuşatmak için söylenen, adına “Beyaz yalan” denilen şey bundan bağımsız değil, zaten yukarda söz konusu olanların hepsi “beyaz yalan”dır. Yalanın rengi yoktur, ama beyaz yalan en tehlikelisi pardon en masumudur. Çünkü, beyaz yalan olmasaydı, umut diye bir kandırmaca, yine pardon (klavyeyi iyi kullanamıyorum “SANIRIM”) umut diye bir iyilik muhtevası olmayacaktı.
Sanki daha da anlaşılır oluyor; yalan olmadan, fantezi ve metafor diye bir şeyin olmadığı gerçeği. Beyaz yalan da mı söylemeyelim yani? Şşşt, sanır mısın biri birine aşık mı?
Yalanın icadı değil! Aslında “ilkel-orijinal olan dışındaki ‘her şeyin’ icadı” demek daha yerinde bir tanımlama olur. Evet, her şeyin icadı.
HER
ŞEYİN
İCADI!
Yalan diye bir şey olmasaydı, ahlak, saygı, şüphe denilen şeyler yerini hayal kırıklığına bırakır olurdu. Yalan olmasaydı, %1’lik kesimin konforu ve elindeki kontrol mekanizmasını topluma mal edemez, adına “toplum ahlakı” diyemezdik. Yalan olmasaydı, düşüncelerin saygı duyulması gerektiği değil, diyalektik çözümlemeyle tartışılması, var veya yok edilmesi gereken bir şey olması gerekirdi. Yalan olmasaydı, şüphe diye bir şey olmaz, onun yerine; beyinin nöro-elektrik fonksiyonları stabilleşir ve tanrı veya diğer kutsallık metaforları gerçekten-gerçek olmuş olurdu.
Eğer; YALAN DİYE BİR ŞEY OLMASAYDI.
Yaşamdaki eğlencenin rolü de değişmiş olurdu. Film ve dizi gibi görsel alanların olması mümkün olmayacaktı. Çünkü, “sanrının” olmaması demek rol yapmayı imkansız kılardı. Her şeyin olduğu gibi yazıldığı bir dünyada seyir zevki denilen durum, yazılanların biri tarafından okuduğu görsel materyaller olurdu. Bunun dışında başka bir durum tahayyül etmek oldukça zor. Çünkü, gerçek-gerçekler yazılsa bile herhangi bir şeyi canlandırmak, rol yapabilme, manipüle edebilme yalandan bağımsız şeyler değil. Hayal gücümüz ya var olmayan şeyleri sanrılaştırmaktan ya da olabilecek şeyler hakkında spekülasyon yapmaktan ibarettir. Gerçek tek başına pek tatmin edici değildir; hayal gücüne ve birilerini yapılan şey-şeylere inandırmaya ihtiyaç vardır.
Filmin ana motivasyonunu açığa çıkaran, ölüm döşeğindeki yaşlı anneye “öbür taraf” (cennet-cehennem) tasvirinin yapıldığı sahneyle birlikte, filmin konusu düşüncelerini daha da derinleştirmeye başlıyor. Eğer bazı “kötü şeyler” yapılmadığı takdirde öbür taraftaki cennet denilen mükemmel yere geçiş garanti ise; insanlar neden birkaç kötü şeyi yapsın ki? Şu andaki yaşamlarından çok daha iyi bir öbür dünyaya geçiş garantiyken, neden oturup gelecek kaygısı beslensin ki? Doğal yollardan, genetik veya zayıf bağışıklık nedeniyle oluşan hastalıklara tedaviler araştırılsın ya da uzaya bir merak beslensin ki. Zaten mevcut dünyada çok kısa olan insan ömrünün sonraki yaşamında istediği her şey olmayacak mı? Öldüğümüzde bizi daha iyi bir şey bekliyorsa, hayatımızı dolu dolu yaşamaya neden önem verelim ki?
Varsayımsal olarak tanrı ve dinin yalan olmadığını düşünelim. Eğer din gerçeklere veya iyi niyetli-zararsız süpekülasynlara dayansa bile bunu kanıtlamanın hiçbir yolu yoktur. Tevrat, İncil veya Kuran’daki olaylar meydana geldiğinde ne biz oradaydık ne de yaşandığına dair nesnel kanıtlar gösterilebilir. Sorun, inanan insanların kendi kendine tanrı ya da ahiret gibi konularda süpekülasyonlar yapıp onlara inanması değil, olamaz da. Dinin yalan ve spekülasyondan başka bir şey olarak görülmemesi gerektiğini söylemek beni veya inanmayan diğer bir insanı en büyük yanılgıya götürür. Çünkü din, etrafımızda her gün gördüğümüz gerçeklerle aynı türden bir gerçek değil, etrafımızda karşılaştığımız sağduyuya dayalı gerçek şeyler gibi bir fenomen değildir. Dinin doğru olduğuna inanmakta sorun yoktur, ancak diğer insanlarla ilişkilerde onun sizin için olduğu kadar herkes için de doğru olduğunu varsaymamak gerekir.
*** ****
•“Engel-engeller” olmasaydı şeyleri ve şeylerin doğasını anlayamaz ve tanımlayamazdık. Bu durum engelleri dünyanın en verimli şeyi yapar.
•Dünyadaki en kötü şey iyiliktir.
•Yerleşik hayata geçildiğinden beri hiçbir şey icat edilmedi. İnsanlığın icad ettiği iki şey vardır, “KONTROL VE LÜKS” Telefonun icadı diye bir şey yoktur. Telefon denilen şey, dumanla haberleşebilmekten daha kontrollü ve lükstür.
•Ağustos böceği karıncadan daha aylak ve tembel değildir. Sadece ağustos ayında yaşayan bir böcek, kışın soğuğunda karıncanın kapısına dilenmeye gitmez.
•Aslında tanrı yoktur! İnsanların taciz ve tecavüz barındıran fenomenler topluluğuna bir günah keçisi lazımdı ve o da tanrı oldu işte.
•1’den sonra 2 gelmez (aralarında sonsuzluk vardır) bu yüzden hareket diye bir şey yoktur, dokunmanın eylemsel olarak mümkün olmadığı gibi..
Ve “sanırım” bunların hiçbiri “yalan” değil••