Profilimde İkinci Dünya Savaşı konulu filmlerin yanı sıra İrlanda Özgürlük Mücadelesi temalı filmleri de raflıyorum. instagram.com/otonomsinefil hesabında da ayrıntılı bir açıklamayla paylaştım, meraklısına. Link bio'da 🌿
Dünyaca bir karar alıp dizi-film çekme işini Almanlara bırakmamız gerektiği düşüncesini bende pekiştiren harika bir dizi önerisi ile geldim. Deutschland 83. İkinci ve üçüncü sezonları da Deutschland 86 ve 89 diye devam eden harika ötesi bir ajanlık hikayesi. Martin Doğu…devamıDünyaca bir karar alıp dizi-film çekme işini Almanlara bırakmamız gerektiği düşüncesini bende pekiştiren harika bir dizi önerisi ile geldim. Deutschland 83. İkinci ve üçüncü sezonları da Deutschland 86 ve 89 diye devam eden harika ötesi bir ajanlık hikayesi.
Martin Doğu Almanya sınırında görev yapan 20'li yaşlarında gencecik bir polis memuru. Annesine, ülkesine ve sosyalist değerlerine sıkı sıkıya bağlı. BND için çalışan teyzesi annesin hastalığını da kullanarak onu Batı Almanya'da önemli bir generalin yanına casus olarak yerleştirir. Hiçbir eğitimi olmamasına karşın bu işi son derece iyi kotarır. Nükleer silahsızlanma, demir perde, walkman, sosyalizmin çöküşü, aids, punk-rock gibi dünyayı 80'lerde tepetaklak eden pek çok şey karşısında bu gencecik çocuk basbayağı ajan olup çıkar. Üstelik kod adı Kolibri olan Martin kısa süre içinde bir efsaneye dönüşür. İlk bölümde piyano çalamadığını söyleyen Martin'in bölümler ilerledikçe neredeyse bir virtüöze dönüşmesi aynı zamanda görevinde gösterdiği ilerlemeyle paralel. O yüzden bu piyano sekansları gittikçe daha ilginç olmaya başlıyor. Zaten başrolde oynayan Jonas Nay'ın da bir piyanist olması boşuna değilmiş.
İlk sezonu nükleer silahsızlanma ile geçen dizi ikinci sezonunda Güney Afrika sorunu, üçüncü sezonda ise duvarın yıkılmaya giden sürecini anlatıyor.
Güney Kore sinemasından izlediğim ilk filmlerden biri Old Boy olduğu için uzun bir süre bu sektöre yüz çevirmiştim, ta ki Burning'e kadar. Sonrasında izlediğim birkaç filmle tabularımı yıkmayı başardım. A Dirty Carnival'de onlardan biri oldu. 2006 yapımı filmin başrolünde Jo…devamıGüney Kore sinemasından izlediğim ilk filmlerden biri Old Boy olduğu için uzun bir süre bu sektöre yüz çevirmiştim, ta ki Burning'e kadar. Sonrasında izlediğim birkaç filmle tabularımı yıkmayı başardım. A Dirty Carnival'de onlardan biri oldu.
2006 yapımı filmin başrolünde Jo In Sung yer alıyor. Daha önce A Frozen Flower'da izlediğim oyuncu beni bir kez daha kendisine hayran bıraktı, gördüm ki ülkemizde de pek tanınan ve sevilen bir oyuncu imiş.
Filme gelirsek Kim Byung-doo hayatını kodomanların gölgesinde onların pis işlerini yaparak kazanan ama en nihayetinde geçindirmek zorunda olduğu bir ailesi olan bir gençtir. Mafya içinde de atikliği ve gözü karalığıyla hızla yükselmeye başlar ancak hırsı da bir o kadar gözünü kör eder bu esnada. Bir gün şimdilerde yönetmen olmuş okuldan eski bir arkadaşı mafya üstüne bir film çekeceğini ve biraz gözlem yapması gerektiğini söyleyerek yanına gelir ve olaylar böylece başlar.
En az Burning kadar sosyolojik tespitler yapabileceğimiz bir filmdi sanırım. Gençlerin hayata tutunmak, para kazanmak için bir hami bulmaları gerektiği ya da mafyaya bulaşmak zorunda kaldıklarını görüyoruz. Esasında bir gangster ya da aksiyon filmi olarak nitelendirebilirsek de yerinde verdiği mesajı ve anlattığı konuyu çok ama çok beğendim.
"Ne verirsen elinle, o gelir seninle” demişler. Atasözlerinin uzunca paragrafları, tarif edilmez hisleri tek seferde anlatmasını çok seviyorum. Bu film bende pek çok düşünce uyandırdı. İhanetin doğası, güven, iktidar ve otorite hırsı, güç zehirlenmeleri.. Kore sinemasının izlenmesi gereken nadide parçalarından.
The Painted Bird modern sinemanın en izlemesi zor, sarsıcı filmlerinden biri. İkinci Dünya Savaşı sırasında ona bir zarar gelmesin diye annesi ve babası tarafından bir yakının yanına bırakılan küçük bir çocuğun gözüyle dünya üzerine yumaklanan acıyı ve vahşeti izliyoruz. Jerzy…devamıThe Painted Bird modern sinemanın en izlemesi zor, sarsıcı filmlerinden biri.
İkinci Dünya Savaşı sırasında ona bir zarar gelmesin diye annesi ve babası tarafından bir yakının yanına bırakılan küçük bir çocuğun gözüyle dünya üzerine yumaklanan acıyı ve vahşeti izliyoruz. Jerzy Kosinski'nin aynı isimli romanından uyarlanan film aniden kimsesiz kalan çocuğun ailesine ulaşmak için çıktığı yolda ona muavenet eden, geçici bakımını üstlenen kimselerin ışığında küçük çocuğun büyümesi ve geçirdiği dönüşümünü izliyoruz. Toplamda 9 bölümden oluşan ve tamamı siyah beyaz olan film her aşamada bize gerek doğrudan gerek dolaylı bir hikaye anlatıyor. Bulunduğu yerlerde kimi zaman emeği kimi zaman vücudu kimi zaman merhameti sömürülen küçük çocuk acı çeken Hz. Isa heykelinin gölgesinde dünyanın kötülükleriyle bir bir tanış oluyor.
Tamamının siyah beyaz olduğunu söylemiştim, esasında bu şekilde tehlikeyi, kötülüğü haber veren filmde Alman ya da Rus üniformasını görmesek büyük ihtimal zamanı da tayin edemeyeceğiz. Aslında bu zamansızlık hissiyle bu kötülüğün ve acının dünyanın yaradılışından itibaren varolduğunu söylüyor kısaca. İzlenebilecek en farklı yapımlardan biri, meraklısına.
Transit son zamanlara izlediğimiz en farklı filmlerden biri oldu. Paula Beer ablamızı Never Look Away ve Frantz'da izleyip çok beğenince bu filme referans oldular. Transit Anna Seghers'in aynı adlı romanından uyarlama. 1944 yılında yayımlanan eserde Anna Seghers kendi deneyimleriyle bir…devamıTransit son zamanlara izlediğimiz en farklı filmlerden biri oldu. Paula Beer ablamızı Never Look Away ve Frantz'da izleyip çok beğenince bu filme referans oldular.
Transit Anna Seghers'in aynı adlı romanından uyarlama. 1944 yılında yayımlanan eserde Anna Seghers kendi deneyimleriyle bir kaçış hikayesi yazar. Yazar Fransa'da yaşayan Yahudi kökenli bir komünist olduğu için İkinci Dünya Savaşı'nın ve Alman Ordusu'nun ayak seslerini işitirken 1937 yılında önce Marsilya'ya oradan Meksika'ya kaçar. Meksika Amerika vizesi için bir transit geçişiydi. Tüm bunlardan etkilenerek bir kitap kaleme alır. Kahramanımız toplama kamplarından kaçıp en nihayetinde kendisini Marsilya'ya atabilmiştir burada bir tesadüf eseri mektup ulaştırmak istediği yazarın ne yazık ki cesediyle karşılaşır. Weidler isimli yazarın kimliğine bürünerek Meksika'ya giden bir gemiye binmek için geçiş izni almaya çalışır.
Buraya kadar anlattığım kitabın konusuydu. Savaş yılları, ordunun önünden kaçan yerinden yurdundan olmuş binlerce insan ve mültecilik hâlâ günümüzün birincil problemi. Yönetmen de bunu düşünüp bu probleme dikkat çekmek istediğinden bu romanı günümüze uyarlıyor. Yine faşit bir ordudan kaçan bir genci izliyoruz. Marsilya'da ırk, din, dil fark etmeksizin kaçmak için gelmiş binlece insanı daha görüyoruz. Georg hayatını kurtarmak için ölü bir yazarı taklit ediyor ancak burda tanıştığı Maria'yla evdeki planı çarşıya uymuyor.
Enteresan bir film ve düşünceyle bizi ekrana kilitliyor. Bir otel odasında bize bildiğimiz ama bilmezden geldiğimiz bir hikâye anlatıyor.
Başrolde oynayan Paula Beer'den girişte bahsetmiştim zaten ama Franz Rogowski'de bir o kadar etkileyiciydi. İlk kez izledim ancak bende Joaquin Phoenix'in genç hallerini anımsattı. Bir kusur bir insanı ancak bu kadar karizmatik yapabilirdi. Kesinlikle izlemelisiniz.
Hafızam silinse de yeniden izlesem denecek türden, Mal de pierres.. Türkçe adıyla Aşk Mektupları. 2016 yılında vizyona giren film Milena Agus'un aynı isimli romanından uyarlama. Başrollerinde ise Marion Cotillard ve Louis Garrel yer almakta. Fransız Sineması'nın son dönemlerde çıkmış en…devamıHafızam silinse de yeniden izlesem denecek türden, Mal de pierres.. Türkçe adıyla Aşk Mektupları.
2016 yılında vizyona giren film Milena Agus'un aynı isimli romanından uyarlama. Başrollerinde ise Marion Cotillard ve Louis Garrel yer almakta. Fransız Sineması'nın son dönemlerde çıkmış en iyi filmlerden olan bu yapım anlaşılmayan genç bir kadını hikâye ediyor aslında. Gabrielle aşkı, tutkuyu veya herhangi bir emaresini önüne çıkan tüm engellere rağmen arar. Bu durum başta annesini rahatsız ettiğinden ve kasabaca artık yanlış anlaşılmaya başlandığından onu anlaşmalı olarak İspanya İç Savaşı'ndan kaçmış Jose'yle apar topar ona iyilik yaptığını düşünerek evlendirir. Gabrielle annesinin despotizmine boyun eğmiş, hayatını devam ettirdiği sırada böbrek taşından muzdarip olunca doktor tedavisi için bir kaplıca önerir. Tedaviye başlandığı sırada kaplıcada Vietnam'da savaşmış Teğmen Andre ile tanışan Gabriella Tanrı'dan dilediği bu kadar dileğin gerçekleştiğini düşünür. Onunla beraber kendisini bulur.
Filmi esasında Vietnam Savaşı'ndan enstantaneler taşıdığı için izlemek istedim yalnız bu denli iz bırakacağını tahmin edememiştim, ilk izlediğim andan bu yana zihnimde çınlıyor. Bende yarattığı şok etkisi, öylece kalakalmam ve her şeyden öte anlatmaya çalıştığı uhrevî niyeti adeta beni benden aldı. Bunun sebebi de pek tabii Marion Cotillard nam kraliçemiz. Böyle bir hikâyenin Fransız Sineması'ndan başka bir yerde işlenemeyeceğine de hem fikir olduk aynı zamanda. İzlenmeli.
İrlanda'nın neredeyse 1000 yıllık İngiliz hegemonyasına karşı yaşadığımız yüzyılda giriştikleri isyan hareketleri hep dikkatimi çekmiştir. Bobby Sands gibi emperyal mücadele karşıtı harika bir rol model çıkardılar kendi içlerinden. Michael Collins'te bu direnişin sembollerinden biri. İrlanda'da, isyancıların 6 günlük meşhur 1916…devamıİrlanda'nın neredeyse 1000 yıllık İngiliz hegemonyasına karşı yaşadığımız yüzyılda giriştikleri isyan hareketleri hep dikkatimi çekmiştir. Bobby Sands gibi emperyal mücadele karşıtı harika bir rol model çıkardılar kendi içlerinden.
Michael Collins'te bu direnişin sembollerinden biri. İrlanda'da, isyancıların 6 günlük meşhur 1916 Dublin Posta Binası kuşatmasının ardından kendini kurtaran tek isyancı lider Eamon De Valera olur. Özgürlükçü taraftarlar da Valera'nın etrafında toplanmaya başlar. Onlardan biri de Michael Collins. Hapisten çıktığında isyan hareketi ile ilgili yeni fikirler ortaya atar. Direnişte yeni bir yaklaşıma ihtiyaç olduğunu savunan Collins, dava arkadaşı Harry Boland ile birlikte Irish Volunteers (İrlandalı Gönüllüler) isimli bir hareket başlatır. Collins'e göre masa başında ya da diyalogla değil İngiliz diplomatları korkutacak suikastler, gerilla savaşı ve içerden bilgi almak gibi pek çok eylemle başarıya ulaşılacağını söyler ve sonucunda İngiliz Hükümeti'ni köşeye sıkıştırır. Böylece Collins, özgürlük isteyen İrlandalılar arasında kahramanlaşır. Bu da başta De Valera olmak üzere en yakın arkadaşı Boland'ı da karşısına almasına neden olur.
Liam Neeson şu yaşında bile aksiyon filmlerinde markalaşmış bir isim, aşılamaz bir kariyer. O yüzden onu bu şekilde hatırlayan ben için böylesi bir rolde izlemek bir hayli şaşırtıcıydı. Aksiyonda olduğu kadar biyografik bir dönem işinde de müthiş bir iş çıkarmış hatta belki de en iyi işi. Tabii sadece Liam Neeson değil. Aidann Quinn, Alan Rickman, Julia Roberts kadrosu dudak uçuklatacak cinsten. Konuyu aktarış biçimi o kadar iyi ki film bitene kadar Collins'le birlikte yumruklarım sıkılıydı. Hâlâ yazarken bile böylesi mücadeleci bir kahraman karşısında gözlerimin dolmasına engel olamıyorum. Kesinlikle herkesin izlemesi gereken bir film.
Ünlü casusluk romanlarının yazarı John le Carré eserinden uyarlama yönetmen koltuğunda bir nesle büyük travmalar yaşatan Old Boy'un yönetmeni Chan-wook Park'ın oturduğu 8 bölümlük mini dizi. İkinci sınıf bir oyuncu olan ve tiyatrolarda sahne alan Charlie bir gün turne sırasında…devamıÜnlü casusluk romanlarının yazarı John le Carré eserinden uyarlama yönetmen koltuğunda bir nesle büyük travmalar yaşatan Old Boy'un yönetmeni Chan-wook Park'ın oturduğu 8 bölümlük mini dizi.
İkinci sınıf bir oyuncu olan ve tiyatrolarda sahne alan Charlie bir gün turne sırasında yabancı ve bir o kadar da gizemli bir adamla tanışır. Gittikçe bu gizemli adamın çekimine kapılan Charlie onunla beraber Atina'ya sürpriz bir yolculuk yapmayı kabul edince aslında kabul ettiği şeyin sadece bu olmadığını fark etmesi çok sürmeyecektir. Bu şekilde Mossad ajanlarının arasına karışan Charlie'yi Khalil adında bir Filistinli bir mücadeleciyi yakalamak için kullanacaklardır. Karakterlerin içsel yolculuklarına da tanık olduğumuz dizinin başrollerinde Alexander Skarsgård, Michael Shannon ve Florence Pugh yer alıyor.
Bu tür gerçek hayata dokunan işleri izlemeyi çok severim ama bu tür ısmarlama, kendini aklama, günah çıkarma gibi yerlere varan diziler bir süre sonra bir hikaye anlatmaktan çok ucuz mesaj verme işine dönüyor. Diziyi izlerken bu nedenle ara ara sıkıyor, 8 bölüm olmasına rağmen bana bir hayli uzun ve bitmeyecek gibi geldi. Alexander Skarsgård'ın da Skarsgårdlar içinde sıralama olarak en geride yer aldığına emin olduğum bir iş oldu kendi adıma.
19. yüzyılın sonlarında Macar Yahudisi olan Sonnenschein ailesi tonik işinde çok ileri giderek büyük bir prestij kazanır. Emmanuel Sonnenschein dedesinden aldığı formülü ileri götürse de kendi çocukları Ignatz ve Gustaf onun yolundan ilerlemez. Biri imparatorluğa sadık bir hukukçu öteki ise…devamı19. yüzyılın sonlarında Macar Yahudisi olan Sonnenschein ailesi tonik işinde çok ileri giderek büyük bir prestij kazanır. Emmanuel Sonnenschein dedesinden aldığı formülü ileri götürse de kendi çocukları Ignatz ve Gustaf onun yolundan ilerlemez. Biri imparatorluğa sadık bir hukukçu öteki ise sosyalizm yanlısı bir doktor olur. Ignatz ve Gustaf'ın gençliği Avusturya-Macaristan Imparatorluğu'nun yıkılışına ve Birinci Dünya Savaşı'na denk gelir. Artık yavaş yavaş Yahudi kimliklerinin kendileri için sorun olacağını düşündüklerinden iki kardeş ve kuzenleri Valeria Sonnenschein soyadını değiştirip Sors olurlar. İkinci nesilde ise Macaristan'da monarşinin yıkılıp sosyalizmin yükseldiği İkinci Dünya Savaşı'na kadar giden dönemde Ignatz'ın çocukları Istvan ve Adam eskrimde büyük başarılar kazanmalarına rağmen tıpkı bir önceki neslinden babasının soyadından vazgeçmesi gibi onlarda dinlerinden vazgeçerek topluma ve zorunluluklara uymaya çalışırlar. Bu esnada patlayan İkinci Dünya Savaşı sırasında her ne kadar dinlerinden vazgeçip Katolik olsalar bile Yahudi olarak yargılanan aile dağılır. Hayatta sadece Babanne Valeria Sors ve Istvan'ın oğlu Ivan kalır. 4 nesil boyunca büyük bir imparatorluk çökmüş, iki büyük savaş geçirmiş ve Ivan'ın gençliği SSCB tanklarının Budapeşte şehrinde yürüdüğü zamana denk gelmiştir.
Ralph Fiennes'in Ignatz, Istvan ve Ivan karakterlerinin hepsine hayat verdiği müthiş, zaman makinesi tadında film. Halkların siyasetin ve hakim gücün çevresinde hayatlarının şekillenmesi, herkesin kendi devrinde haklı oluşu ve ötekini ezmesi kim başa gelirse gelsin hangi ideoloji hüküm sürerse sürsün ne yazık ki değişmiyor. Özgürlük, bağımsızlık vaadiyle gelen bir öncekinin baskısını olduğu gibi devralmaktan çekinmiyor. 60 yıllık aslında kısa bir zaman gibi görünen ama aslında bir insan ömrüne denk gelen zamanda yaşanan değişimi müthiş bir anlatımla bize sunmuş film. 3 saatlik bir Ralph Fiennes resitali.
Rusya'yı yakın tarihte etkileyen olaylardan biri Napolyon'un Moskova'yı işgali. Büyük ölçüde Rusya üzerinde tahribat bırakan bu olay Rusyaca Vatanseverlik Savaşı adıyla anılacak kadar önemli. Bu olay pek tabii eserleri, romanları ve hikâyeleri de etkiliyor. Bunlardan en önemlisi Tolstoy'un Türkçe'ye Savaş…devamıRusya'yı yakın tarihte etkileyen olaylardan biri Napolyon'un Moskova'yı işgali. Büyük ölçüde Rusya üzerinde tahribat bırakan bu olay Rusyaca Vatanseverlik Savaşı adıyla anılacak kadar önemli. Bu olay pek tabii eserleri, romanları ve hikâyeleri de etkiliyor. Bunlardan en önemlisi Tolstoy'un Türkçe'ye Savaş ve Barış olarak kazandırılan kült eseri. Kitap Napolyon'un 1800'lü yılların başında Rusya'ya düzenlediği seferleri ve en son 1812 Moskova işgalini anlatıyor. Bu olaylar 5 büyük ve aristokrat Rus ailesi olan Bezukhov, Rostov, Bolkonsky, Kuragin ve Drubetskoyların gözüyle ve yaşadıklarıyla aktarılıyor. Eser 2016 yılında 6 bölümlük mini dizi olarak uyarlandı. Başrollerinde There Will Be Blood'da herkesi hayretler içinde bırakan Paul Dano, şirinlik abidesi Lily James ve James Norton yer alıyor. Son derece başarılı uyarlamasıyla büyük beğeni kazanan dizi özellikle savaş sahneleri, kıyafetlere gösterilen özen, mekanlar ve soğuk Rusya havasıyla öne çıkıyor. Dönem dizisi sevenler kaçırmamalı.