ne zaman bitecek benim bu sahaf düşkünlüğüm? eski neredeyse cildi ayrılacak kitaplara paramı dökmem. kendimi tanıma yolculuğumda gerçekten bu sorulara cevap veremesem de, şunu biliyorum eski basım kitapların -özellikle de konu hakkında arka kapağında hiçbir bilgilendirme olmayan kitapların- tam bir…devamıne zaman bitecek benim bu sahaf düşkünlüğüm? eski neredeyse cildi ayrılacak kitaplara paramı dökmem. kendimi tanıma yolculuğumda gerçekten bu sorulara cevap veremesem de, şunu biliyorum eski basım kitapların -özellikle de konu hakkında arka kapağında hiçbir bilgilendirme olmayan kitapların- tam bir kumar olduğu. çünkü ciddi bir riske girip satın alıyorsunuz, belki satan içeriğinin gerçekten de kötü olduğunu düşünerek sattı ya da sadece elden çıkarmak istedi bilemezsiniz.
o kitabın nasıl olduğuna yalnızca ayakta birkaç sayfasını okuyarak karar vermeniz lazım.
kendimi artık bir kumarbaz olarak görüyorum.
ve geçenlerdeki kumarımın meyvelerini de yemiş bulunuyorum.
"ölüm bahçesine gezinen ümitsiz bir bahçıvan gibiydim. serum şişelerini kontrol ettim. bir insanı yaşatma çabası mıydı yaptıklarım? yoksa bir robot gibi ölüme giden yoldaki gereksiz ayrıntılarla mı uğraşıyordum?"
nereden başlamak gerek bilmiyorum ama klasik olmak en iyisi bu durumda.
kitap dolunaylı bir gece başlayan vardiya ile giriş yapıyor. 70lerin kirli, bağımlı ve ırkçı hastalarının hüküm sürdüğü bir hastane, daha doğrusu bir acil servis. asabiye bölümü olarak geçiyor, bilinen adıyla sinir hastalıkları.
anlatıcı doktorumuz lapaya dönen makarnasını yerken başlıyor koşuşturmaya. her bir köşede farklı bir hasta. hepsi de umutsuz bir vakanın da ötesinde. dikkatli okunursa kitap, olayların bir haftaya bile varmadan bittiğini fark ediliyor. ama bu demek değil yavaş-yerde sürünen bir hikaye.
bir köşede gözlerine kan inen bir siyahi, diğer bir köşede nereden geldiğini bilmeyen bir adam, öbür köşede tombul karısıyla göğsünde iki et beni ile bilinçsizce yatan mr. fuller ve onun çaprazında kendini hilton gibi büyük otellerin birinde sanan yaşlı bir adam. işte karemiz tamamlandı dört köşesi ile.
doktor joe peşinde pratisyen doktor karen. köşeleri dolaşmaya başlıyorlar. önce siyahi abimize geliyor, önce uyuşturucudan sonra beyin kanamasından sonrada başka bir teşhis üzerinden tedaviye başlamak için büyük çaba gösteriyorlar. sayfalar ilerledikçe umutsuz bir vakaya dönen siyahi abimizin iki böbreğini çalmak için bekleyen diğer doktorlarla ufak çaplı bir çatışmaya giriyoruz joe safında.
doktor joe'dan ölmemiş ama ölmesi kesin gözle bakılan hastanın kartına öldüğünü yazmalarını istemeleri üzerine, joe bunu kabullenemiyor çünkü biliyor eğer böyle bir karar yazarlarsa siyahi abinin böbrekler gidecek. ailenin izni dahi ortada yok iken!
en kıyasıya çatışmalara girer, bir başka gencecik hastayı kurtarmak için iyileşmesi mucize olan bir hastaya yalandan ölmüş gibi gösterilerek organlarını almak etik midir?
doktorumuz çok diretiyor, sonrasında ona arka çıkan pratisyenimiz siyahi abinin böbrekleri ile alakalı yeni bir şey keşfedince bir anda gözden düşüyor siyahi abi. öyle ki ne tetkikleri yapılıyor, ne de ateşi ölçülüyor. bunun üzerine joe şöyle bir diyaloğa giriyor öğrencisi ile. buyurun okuyalım,
" 'onu kurtarabilir miyiz?'
'şansımız yok gibi görünüyor.' dedim. 'ama her çareyi denemeliyiz. hiç olmazsa üniversite usulü bir ölümle gitsin.'
'ne demek istiyorsunuz?'
'ateşi olmadan, metabolizmasının dengeli bir şekilde, kartı son ana kadar işlenmiş, bütün tahlilleri yapılmış...' diye açıkladım. 'temiz ölüm budur. temiz olduğu için üniversite usulü ölümdür.' "
neredeyse doğrucu mahmut olan doktorumuz ne yazık ki diğer doktorlar tarafından hoş karşılanmıyor. ne de olsa onların hiçbir çıkarlarına yardımı dokunmuyor. daha çok kösteklik yapmakla meşgul '-'
kendini hiçbir surette hatırlamayan ama sağlığında sorun olmayan hastayı gönderemiyor servisten, onu bir yerde kıskandığı için. evet, adına kadar her şeyini unutmuş bir hastasına özeniyor. buyurun nedenini anlayacağımız pasaja,
" '(...) kendime kavuştum ama ben kimim? onu bir hatırlasam..' göğsüne vurdu. 'ben benim ama gelecekte ne olacağım?'
'ya geçmişin?'
'artık o kadar önemi yok benim için.' "
doktor gerçekten de romantik bir insan. duygusal açıdan söylüyorum çünkü aşk hayatında tam anlamıyla bulanık bir suda yüzen balık edasında takılıyor.
başında tombul karısının duaları ile yatan mr. fuller'a doğru yürürsek, 2 büyük tümörün ağır aksak onu yaşattığını görürüz. bir yandan kendi deneyleri için denek arayan bir başka üniversiteli doktorun onlara ilaç pazarlamasına tanık oluruz. burada bizi başka bir açmaz bekler.
ilaçların zehri. sektörün içinde yaşayan doktor joe hastalara verilen ilaçların bir yeri yamayıp diğer yeri söktüğünü bilmesinden ötürü hastasına adeta bir denek gibi ilk defa kullanılacak bir ilacı vermekten çekinir. burada herkesin aslında kendi çıkarları adına birilerine yaranmaya çalıştığını görmekte mümkün aslına bakılırsa.
biraz daha ileriye gidip mr. fuller'ın tombul karısının hıçkırıklarını duymamaya başlayınca aklını tam anlamı ile kaybetmiş başka biriyle karşılaşıyoruz. kendisini lüks bir otelde sanan amcamız önce iskoç viskisi istiyor. hemşirelerden biri tahlil için amcamızın idrarını almaya çalışırken bir anda tuttuğu lab kabı hırçınca elinden alınıyor. amcamız lab kabındaki idrarını içip iskoç viskisinden daha iyisinin bu dünyada olamayacağını söylüyor. bu noktada gülmedim dersem büyük yalan olur.
doktorların bu birbirlerini ezen tutumları, hemşirelerin uyuşturucu niteliği taşıyan ilaçları araklayıp ertesi gün siyah gözlüklerle hastane koridorlarında dolaşmaları, hastayı iyileştirememenin verdiği yük, pis odalar, düzensiz uykularla dolu bu kitap bana sağlık sektörünün acımasızlığını soğuk bir bardak su gibi önüme sunuyor.
çıkar çatışmaları altında etik duygularının verdiği hezeyanlar arasında ezilen doktorumuz, verilen maaşların yetersizliği yüzünden isteklerine gem vuruyor, böyle böyle ağzındaki puroyu dişliyor her vardiyasında.
işte benim kumarımın kazancı.