🎥📹📽️“Sinema Kulübü” isimli discord sunucumuzda her hafta bir film seçip film üzerine analizli sohbet yapıyoruz. Onun dışında güzel bir arkadaşlık ortamı da var. Eğer ilgini çekiyorsa link isteyebilirsin.
Amerika aile yapısını eleştiren ve aynı zamanda bireylerin baskıladığı kişiliklerinin onları nasıl zehirlediğini (mutsuzlaştırdığını) anlatan Sam Mendes filmi kesinlikle gerektiği kadar övülmeyen, değer görmeyen bir şaheser. Her birey zincilerinden kurtulmak, özgürlüğüne kavuşmak için çabalıyor ve bunun için bazı fedakarlıklar yapmaları…devamıAmerika aile yapısını eleştiren ve aynı zamanda bireylerin baskıladığı kişiliklerinin onları nasıl zehirlediğini (mutsuzlaştırdığını) anlatan Sam Mendes filmi kesinlikle gerektiği kadar övülmeyen, değer görmeyen bir şaheser. Her birey zincilerinden kurtulmak, özgürlüğüne kavuşmak için çabalıyor ve bunun için bazı fedakarlıklar yapmaları gerekiyor. Özellikle final sahnesiyle insanı gerim gerim geren filmi bu Cumartesi discord sunucumuzda 21:00 da konuşuyor olacağız. Bu ve diğer film sohbeti etkinliklerine katılmak isteyenler link isteyebilirler.
Spoiler içeriyor
Genç kadın Moskova’da yaşadığı yorucu aşk ilişkisinden kaçmak için kutup limanına giden meşhur trene biner. 6 no.lu kompartmana düşen Laura burada Murmansk’taki bir madende çalışan Rus işçi Ljoha ile tanışır. Ayrı dünyaların insanları olan Laura ile Ljoha yolculukları sırasında farklı…devamıGenç kadın Moskova’da yaşadığı yorucu aşk ilişkisinden kaçmak için kutup limanına giden meşhur trene biner. 6 no.lu kompartmana düşen Laura burada Murmansk’taki bir madende çalışan Rus işçi Ljoha ile tanışır. Ayrı dünyaların insanları olan Laura ile Ljoha yolculukları sırasında farklı bir bağ kurmaya başlar. Değişik sosyal sınıflardan gelen, hayata bakış açıları zıt olan iki yabancı alışkanlıklarını değiştirecek bir yolculukta, insani değerler üzerine yeni deneyimler yaşarlar.
6 numaralı kompartmandaki beklenmedik karşılaşma, ikilinin özlem duydukları gerçeklerle yüzleşmelerine neden olacaktır. Kazınmış saçları, agresif tutumu, içip durduğu votkası, kaba saba halleriyle, kadın düşmanı sözler söylemekten geri durmayan ırkçı Ljoha ile ilk saatler zor geçer. Dondurucu soğuğun hakim olduğu bir kuzey limanına yapılan yolculuktaki zoraki beraberlikte, ikili birbirlerini daha iyi tanımaya başlar.
Olaylar geliştikçe itici bir Rus madencinin uysal, zararsız, duyarlı, iyi kalpli ve yardımsever bir erkek olduğunu görürüz. Filmin son yarım saatindeki Ljoha’nın özverili yardımlaşma duygusu, karşılık beklemeden yaptığı fedakarlıklar önyargıları parçalayıp izleyiciyi ters köşeye yatırıyor. Zira yolculuğun bir ara istasyonunda 6 numaralı kompartmana katılan genç Finlandiyalı yolcuya Laura kurtarıcı gözüyle bakarken, treni terkeden vatandaşının kamerasını çalarak gittiğine tanık oluyordu.
Birbirlerinden hiç hazzetmeyen karşı cinsten iki kişinin zamanla filizlenen, ön yargıları paramparça eden ilişkisini inceleyen filmin son yarım saati ve hüzünlü finali büyüleyici.
Bryan Singer’ı bir anda spot ışıklarının altına yerleştiren “Olağan Şüpheliler” bir senaryo ve kurgu başyapıtı, sinema izleyicisine kurulan hınzırca bir tuzak, suç filmlerinin dokusunu tümüyle yenileme derdinde, sıradışı bir kara film denemesiydi. Tüm film pür dikkat bir seyir istiyor, buna…devamıBryan Singer’ı bir anda spot ışıklarının altına yerleştiren “Olağan Şüpheliler” bir senaryo ve kurgu başyapıtı, sinema izleyicisine kurulan hınzırca bir tuzak, suç filmlerinin dokusunu tümüyle yenileme derdinde, sıradışı bir kara film denemesiydi. Tüm film pür dikkat bir seyir istiyor, buna rağmen izleyende tekrar tekrar görme isteği uyandırıyordu. Bunun nedeni filmin her izlenişte yeni keşiflere açık olmasıydı.
Aslında bütün olay Bryan Singer adlı genç yönetmenin seyircide ilk seyredişten sonra bir daha seyrettiğinde ikinci bir tat alabileceği bir film yapmak istemesinden çıkmış. Orijinal olan fikir; ilk seyredişte seyircisinin gönlünü kazanan ama sonrasında da ona ‘bir kere daha seyredip neler olduğunu tam anlamıyla görmem lazım’ dedirten bir film yapmak. Singer’ın liseyi beraber okuduğu arkadaşı senarist Christopher McQuarrie’yle birlikte yaptığı “Public Access” adlı film 1993 yılında Sundance Film Festivali’nde büyük ödül almıştı. Aynı yıl McQuarrie, “Olağan Şüpheliler” (The Usual Suspects) adlı bir senaryoya daha başlar. Hikayeyi Singer ile birlikte geliştirmişlerdir. Ama senaryonun son hali McQuarrie’ye aittir.
Daha ortada yazılmış tek bir kelime yokken filmin afişi ikisinin de kafasında hazırdır. Amerikan karakollarında bulunan, tanıkların gerçek suçluyu teşhis edebilmelerini sağlamak amacıyla zanlıları dizdikleri ve Türkçe’ye ‘teşhis odası’ olarak çevirebileceğimiz ‘Line-Up’da dizili 5 adam... Altında büyük harflerle “Olağan Şüpheliler” yazar.
Film, bir çatışmanın yaşandığını belli eden, limana demirli bir gemide, yüzünü görmediğimiz bir adamın, yüzünü gördüğümüz başka bir adamı vurmasıyla başlar. Film boyunca yüzü görünmeyen adamın geri dönüşler eşliğinde kim olduğunu arayacağımızı anlarız. Buraya kadar gayet klişe bir suç filmi başlangıcı gibi durmaktadır. Ama ilginç bir şekilde cinayet anını tam olarak göremediğimiz gibi, cinayet sonrası ateşe verilen geminin tam karşısında bir yere dikkatimizi çeker kamera. Karede kimse yoktur. Sadece sandıklar, ipler ve ağlar vardır. En başta anlamlandıramadığımız bir resimdir bu gördüğümüz.
🎥📹📽️“Sinema Kulübü” isimli discord sunucumuzda her hafta bir film seçip film üzerine analizli sohbet yapıyoruz. Onun dışında güzel bir arkadaşlık ortamı da var. Eğer ilgini çekiyorsa link istemen yeterli. 📽️📼📹🎥
“Oysa ben, bütün cümlelerin baş tarafını kaçırdığımı çok iyi biliyordum; oyuna geliyordum. … Çünkü, bütün gücüme rağmen oyuna geliyordum. Kendime kızıyordum: Çünkü oyuna geliyordum, anlıyor musun oğlum Hidayet? oyuna geliyordum. Oyuna gelmemeliydim, bana oyun oynanmamalıydı. Bütün gücümle uyanık kalmalıydım; başkalarının…devamı“Oysa ben, bütün cümlelerin baş tarafını kaçırdığımı çok iyi biliyordum; oyuna geliyordum.
…
Çünkü, bütün gücüme rağmen oyuna geliyordum. Kendime kızıyordum: Çünkü oyuna geliyordum, anlıyor musun oğlum Hidayet? oyuna geliyordum. Oyuna gelmemeliydim, bana oyun oynanmamalıydı. Bütün gücümle uyanık kalmalıydım; başkalarının rüyalarını görmemeliydim.”
Sinemada, İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının ardından 1950’li yıllarda Fransa’da ortaya çıkan Yeni Dalga, yönetmenlerin filmlerini tıpkı bir yazarın kitap yazması ya da bir bestecinin müzik parçasını yaratması gibi yorumlamasını ele alıyordu. Böylece sinema, stüdyolarda çekilen Hollywood filmlerinin aksine amatör oyuncular…devamıSinemada, İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının ardından 1950’li yıllarda Fransa’da ortaya çıkan Yeni Dalga, yönetmenlerin filmlerini tıpkı bir yazarın kitap yazması ya da bir bestecinin müzik parçasını yaratması gibi yorumlamasını ele alıyordu. Böylece sinema, stüdyolarda çekilen Hollywood filmlerinin aksine amatör oyuncular ile birlikte Paris sokaklarına indi. Artık filmler, sabit olmayan kamera hareketleri ile dönemin toplumsal ve siyasi olaylarına eğiliyordu. Öte yandan klasikleşmiş senaryoların yerini, birbirinden bağımsız konuların işlendiği daha merak uyandırıcı anlatımlar alıyordu.
Özellikle biçimsel ve anlatımsal olarak Yeni Dalga Akımı içerisinde değerlendirilebilecek bir film olan Le Ballon Rouge (Kırmızı Balon), 1957 yılında En İyi Özgün Senaryo Akademi Ödülü’nü kazanmasının yanı sıra, kısa film kategorileri haricindeki kategorilerde Oscar kazanabilmiş tek kısa film. 1956 yılında Albert Lamorisse tarafından çekilen 34 dakikalık filmin yapımcılığı ve senaristliği de yine yönetmenin kendisine ait. Ufak bir çocuğun kırmızı bir balon ile yaşadığı arkadaşlığı anlatan filmin oyuncu kadrosunda ise, Lamorisse’nin kendi çocukları olan Pascal ve Sabine yer alıyor.
Yok denecek kadar az diyaloğun bulunduğu film, Pascal’ın bir sokak lambasında asılı kalmış kırmızı balonu bulmasıyla başlıyor. Yönetmenin balona insani özellikler yüklemesi zamanla balonla Pascal arasında sıkı bir ilişkinin kurulmasına yol açıyor. Balon ile Pascal arasındaki bu sıkı dostluk, bir süre sonra izleyicide de kırmızı balonun bir balon olduğunun unutulmasına ve sanki filmdeki bir karaktermişçesine algılanmasına neden oluyor. Çünkü filmin ana karakteri diyebileceğimiz kırmızı balon, Pascal’ı her yerde takip ederek yanından bir an olsun ayrılmıyor. Annesi balonu pencereden bıraktığında bile balon Pascal’ı kapıda bekliyor. Pascal ise yolda yürürken balonun ipini bile tutmaya ihtiyaç duymuyor çünkü balon onu hiç terk etmiyor.
Toplumdaki eğitim, din ve aile kurumlarının baskıcı rejimlerine bir eleştiri niteliği taşıyan film, bunu balonun düzen bozucu bir tehdit olması üzerinden izleyicisine iletiyor. Fakat balon ile Pascal’ın baskıcı rejimler karşısındaki dik duruşu ve finalde karşılaşılan muhteşem sahne, bu konudaki en akıl dolu cevabın verilmesini sağlıyor. Sonuç olarak Kırmızı Balon, izleyicisine çocukluğun masumiyetini ve saf sevgiyi göstererek, umudun her zaman kazanacağının mesajını veriyor.
“Ağaçlar, bu fındık ağacı, hiçbirinin acelesi yok. Oysa biz etrafta koşturup, yaygara koparıyoruz ve sıradanlığımızı haykırıyoruz. Çünkü iç doğamıza güvenmiyoruz. Sürekli şüphe içindeyiz ve telaşlıyız.”