"Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı"nda, Bilge Karasu ile tanışma eserim oldu. Öncelikli olarak eserin isminden bahsetmek istiyorum; Türk Edebiyatı'nda bazı roman ve hikâye isimleri vardır ki bunlar başlı başına bir şiirdir zâten, işte bunlardan birisi de hiç şüphesiz ki "Uzun…devamı"Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı"nda, Bilge Karasu ile tanışma eserim oldu. Öncelikli olarak eserin isminden bahsetmek istiyorum; Türk Edebiyatı'nda bazı roman ve hikâye isimleri vardır ki bunlar başlı başına bir şiirdir zâten, işte bunlardan birisi de hiç şüphesiz ki "Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı"nda. Kendi kendime yineliyorum da; insanın canını acıtan, elimizden kayıp giden mutlulukları kaçırdığımız günün akşamını çağrıştırıyor biraz da bana bu hikâyenin ismi...
Eserin muhtevası için de yine isminden gelen şiirselliğin devam ettiğini söyleyebilirim. Karasu'nun dili kullanma becerisi gerçekten şâhâne. Dili kullanmıyor, işliyor sanki. Bazı kimseler bundan hoşlanmayabilir; dili nesir türünde işlemekten, "şiir" türünde kalması gerektiğine inanılan bu dil inceliğinin düz yazıya da aksettirilmesinden bahsediyorum. Fakat ben esasen bu kitaba dair bu şiirselliği sevdim ve hayranlıkla okudum. Bazı satırları birkaç kez okuduğumu söylemeliyim, Bilge Bey'in inceliği olduğu gibi ağır da bir dili var. Bu ağırlık dilinden geldiği kadar, muhteva itibariyle de sağlamlaşmış. Eser, üç hikâyeden oluşuyor; "Ada, Tepe ve Dutlar" hikâyeleri olmak üzere. İsimsel olarak da birbirlerine yakın isimler zaten. Ve ve zamansal ve mekânsal olarak tanımsızlığa kaçan mekânlardan ibaretler ki olaylar içerisinde bir akış ve zaman kavramı mevcut da değil zaten. Bir insanın kendisini arama yolculuğuna şahit oluyoruz bu tanımsızlıkta. Etik değerlerin sorgulanması itibariyla kendisini bulma yolculuğunu okuyoruz. "Ada" ismi başlı başına bir metafor zaten, insan oraya düşmeli ki kendisine yaslanabilsin, yalnız kalabilsin. Sonrasında kendisine yaslanan insan tepeye doğru yol alacak, yokuş çıkacaktır. Müthiş sorgulamalar var hikâyelerde ben en çok ilk ikisini sevdim, hele "Ada" hikâyesi beni Bilge Karasu'ya hayran bıraktı. Türk Edebiyatı'nın en önemli eserlerinden olduğunu düşünüyorum. Hikâye itibariyle de nevi şahsına münhasır. Daha evvel okuduğum hikâyeler gibi bir olay üzerinde durmaktan ziyâde insan kavramına, insan ruhunu hikâyeleştirme üzerine yoğunlaşılan metinlerden oluşuyor çünkü. Ayrıca Bilge Karasu'nun tüm bir kitap boyunca "ve" bağlacını hiç kullanmadığı bilgisini de buraya eklemek isterim ve altını çizerken uzun uzun düşündüğüm, uzun uzun daldığım alıntılara geçmek isterim;
• "Yaşamayı eskitmekten
Eskitmek için kullanmak gerekir bir şeyi, herhangi bir şeyi
Yaşamayı tüketmekten
Bu da öyle, tüketmek için başlamak gerekir
Yaşama sanki hiç gelmeyecek, erişmeyecek bir bayram gibi, bir
Belki, belki bu yoldan giderek
Bir bayram nasıl beklenirse
Belki bu yoldan giderek bir şeye varacak
Bir bayrama nasıl hazırlık yapılırsa, nasıl, yaşamanın bütün kaygıları, işleri, oruçları bayrama yönelirse, o kaygılar, o işler, o oruçlar nasıl o bayramda gerekliliklerinin doğrulanışını bulursa
Ama bayram gelirse
Burada duruyor. Bayram, gelirse...
Ama bütün bir ömür bir bayram hazırlığıyla geçer de o bayram gelmezse..."
Ya gelmezse... Diyorum işte ben de...