Spoiler içeriyor
Bildiğiniz gibi dün gece 78. Altın Küre ödülleri sahiplerini buldu. Nomadland filmi yabancı dalda en iyi film ödülünün sahibi oldu ve bu şekilde bu şaheser filmle tanıştım. Aynı zamanda Venedik film festivalinden de Altın Ayı ödülü almış bir film. Filmin…devamıBildiğiniz gibi dün gece 78. Altın Küre ödülleri sahiplerini buldu. Nomadland filmi yabancı dalda en iyi film ödülünün sahibi oldu ve bu şekilde bu şaheser filmle tanıştım. Aynı zamanda Venedik film festivalinden de Altın Ayı ödülü almış bir film.
Filmin yönetmeni Zhao Ting Pekinde doğup ABD’de yaşayan bir yönetmen. Film aslında Jessica Bruder’in Yirmi Birinci Yüzyılda Amerika’da Hayatta Kalabilmek alt başlıklı bir kitaptan uyarlanmış. 2008 Ekonomik krizinde ABD’de emekliye ayrılmak zorunda bırakılan insanların yaşamına dokunan bir film. Ama daha çok filmimizin karakteri FERN’in hayatını izleriz. Kamera ona odaklanır kimi noktalarda onu takip eder. Filmimiz başlarken Fern AMAZON’da çalışan ucuz bir iş gücüdür. Amacı sadece gerekli ihtiyaçlarını karşılayacak parayı kazanıp karavanında (evinde) hayata tutunmaktır. Daha film başlarken aynı yerde çalışan dövmeli birinin kolunda şunlar yazar;
“Ev sadece bir kelime midir? Yoksa içinde taşıdığın bir şeymidir? “ aslında bu tam olarak Fern’in yaşam biçimi hakkında ipucu verir. Çünkü Fern’in evi içindedir, yolda olmaktır, akan bir su gibi…
Fern iş arkadaşı yaşlı kadının tavsiyesi üzerine Arizona çöllerinde bir karavan ekibine katılmak için yola koyulur. Karavan hayatı yaşayanların hepsi 60-70 li yaşlarda olan insanlardır. Fern onlara katıldığı zaman karavancılardan birisi şunları söyler topluluğa;
“Garip olan şey şu ki, bizler yalnızca doların despotluğunu, piyasanın despotluğunu kabul etmiyoruz. Bunu kucaklıyoruz. Doların despotluğunu boynumuza geçiriyor ve bütün hayatımız boyunca buna bağlı yaşıyoruz. Bunu bir koşum atına benzetiyorum. Ölene kadar çalışmak isteyen bir koşum atı. Sonunda emekli edilen. Birçoğumuza olan da bu. Toplum biz koşum atlarını emekli ediyorsa, biz koşum atları da bir araya gelir ve birbirimize bakarız. Bu toplanmanın amacı da bu. Benim gördüğüm kadarıyla Titanic batıyor ve ekonomi değişiyor. Benim amacım da filikaları suya indirmek ve bu filikalara elimden geldiği kadar çok insan doldurmak.”
Bu cümlelerde ABD rüyası batan Titaniğe benzetilir ve bu konuşmayı yapan kişi de sanki kurtarıcı gibi. Uzun beyaz sakallarıyla adeta Tanrı’nın temsilcisi gibidir.
Karavan kampı çölde kurulmuştur ve etraflarında nerdeyse hiçbir yaşam belirtisi yoktur. Dikenli kaktüsler dışında. Kamera birkaç yerde kaktüslere ve dikenlerine odaklanır. Aslında ölümü andıran bu çölde hayatta kalmayı anımsatır gibi. Bu yer ayrıca arkeoloik kazıların yapıldığı ve bu kazılarda eski çağlarda yaşamış canlıların olduğu büyük bir mezarlık gibidir. Sanki bu yaşlı gurubun uğradıkları son durak gibidir. Her ölen arkadaşlarını yolcularken ateşe atılan fosilleşmiş taşlar müthiş bir ayrıntı bana göre.
Karavan grubu dağılır. Sadece Fern kalır orda. Gitmez onlarla. Çünkü o bir eve, bir yere, bir topluluğa bağlı değildir. Giden insanları yolcular, el sallar arkalarından. Aslında evrimle beraber genetik kodlarımızda, topluluk halinde birlikte yaşamak vardır. Yalnız kalmak istemeyiz. Hep bir kalabalığın içinde olmak isteriz. Sosyalleşiriz toplulukla. Belkide varoluşumuzun elle tutulur tarafı budur. Bilmiyorum! Peki ya bunu istemiyorsak. Bir yere ait olmak istemiyorsak! Sadece kendi yalnızlığımızı istiyorsak. Doğayla iç içe. Yalnız!!! İşte Fern bunu seçiyor. Bi sabah uyanıp üstünde tek parça beyaz elbisesiyle yalın ayak dolaşıyor. Bir dağın ucuna çıkıp boşluğa bağırıyor ve boşluktaki sesinin yankısını dinliyor. El çırpıyor. Yine yankılanan sesi duyuyor. Ait olduğu doğanın bir parçası o. Bir çatısı olan eve bağlı olamayacak kadar asi, uyumsuz bir yıldız tozu gibi.
Onun evi karavanıydı. Onun evi akıp giden yoldu. Kıyıya vuran dalgaların sesiydi. Onun evi uçurum diplerine yuva yapmış kırlangıçların yuvasıydı. Onun evi doğaydı. Rüzgardı. İçine çırılçıplak girip uzandığı akan bir nehirdi. Onun evi suydu.
Filmin en güzel sahnelerinden biri şuydu. Filmin başında topluluğa bilgece sözler söyleyen adamın Fern’e söylediği şu sözler adeta filmin felsefesini yansıtır. Ölen arkadaşlarımıza elveda demeyiz. “Yolda görüşürüz” deriz.
Ve film şu sözlerle biter;
“Bu film, gitmek zorunda olanlara adanmıştır. Yolda görüşürüz”
Filmle ilgili duygularımı başka türlü nasıl yazarım bilmiyorum. son yıllarda izlediğim en iyi filmlerden biriydi. Şimdiden iyi seyirler dilerim.