Az evvel İsmet Özel'in, "Yıldızların Uzaklığına Övgü" şiirini dinliyordum. Gecenin bu saatlerine inen, inmesi bir gereklilik olan, hassaten gece yarısında dinlenmesi lâzım gelen, kutsal kelimelerin âhenginden oluşan bir şiir sanki. Önce çığlık çığlığa kopan bir çağı anımsatıyor (sanki)... Gürültülü bir…devamıAz evvel İsmet Özel'in, "Yıldızların Uzaklığına Övgü" şiirini dinliyordum. Gecenin bu saatlerine inen, inmesi bir gereklilik olan, hassaten gece yarısında dinlenmesi lâzım gelen, kutsal kelimelerin âhenginden oluşan bir şiir sanki.
Önce çığlık çığlığa kopan bir çağı anımsatıyor (sanki)... Gürültülü bir dünyanın çığlık çığlığa sesi yankılanıyor. Sonra o kaos ortamından kısık bir ses duyuyor insan, biraz daha zorluyor kendisini, biraz daha... Sonrasında o çığlığı bastırmaya yetecek fısıltıyı duymaya başlıyor; kalbinden tüm bir bedenine dağılan fısıltıyı. Öyle ki gözlerini kapattığı ân hissediyor bedeninde dolanan kanın yerine geçen o fısıltıyı...
"Anılacak günlerim olmadı mı benim?"
İnsan duydukça, bedeninde hissettikçe akan kanı, titriyor, buz gibi oluyor, üşüyor. Korktuğu ân başlıyor yüzleşmesi geçmişle. En kötüsü, karanlık ormana girmeden kurtuluşunun olamayacağı olduğunu anlaması oluyor. Geçmişten kaçmak istemek kanının sesini duyuran ses oluyor. Bakışını karanlık ormanın yamacında kalan uzaklıktan ayaklarına indiriyor;
"Ayaklarımın korkusuzca çiçeklendiği"
Ayaklarına bakıyor, bu bakış bakmaktan çıkıp bir dalışa evriliyor. Uzadıkça uzayan seyir âlemleri, kuru bir ot görüyor orada. Hani o rengâhenk çiçekler, hani o yeşeren otlar demek istiyor... Diyemiyor, diyemiyor da yutkunuyor sadece. Gördükleri yaşadıkları oluveriyor bir ân da, yaşarken fark edemedikleri oluyor bir ân da.
Daldıkça dalıyor, sükûtu kan oluyor ve çıkıyor ağzından, kan kusuyor bir ân da. Geçmişini görüyor o kustuğu kan da... Geçmişine;
"Silahıma yapışıp sabahın serinliğini beklediğim"
Demek istercesine yaslanıyor, yaslanmak zorunda kalıyor.
Sonra ormanın karanlıkta gittikçe derinleştiğini fark ediyor, yine bir fark ediş, kimse onu fark edemezken o hep mi fark edecek oluyor diye düşünüyor ve tıkanıyor. Karanlıkta derinleşirken ellerine iniyor bakışları bu defa;
"Ey geceyi ve kahverengi düzeni taşıyan ellerim!"
Diyor iç sesine karışan çığlığı ile.
Duruyor ve birden dans etmeye başlıyor geceye karşın soluk kalan elleriyle. Yıldızlar düşüyor alnına dansa eşlik. Dansın lûtfu yıldızlara doluyor, doluyor da anlayıveriyor;
"Ama yıldızların tanrıların da üstünde parladıklarını."
Sonra kaçmaya hazırlanıyor, içine düştüğü ki aslında doğduğu an bırakılıverdiği o ormandan kaçmaya hazırlanıyor, koşuyor, çıplak ayaklarına batan dikenlerin acısını susarak koşuyor ardına bakamıyor, bakamıyor da burnundan bedenine yayılan yanık kokusunu duyuyor, kalbine çektiği. Çekiyor, nefesi daraldıkça gökyüzünü kucaklıyor;
"Çünkü ben de kaçarken ardımda kalanları yakıyorum."
Ardında kalanlarını düşünüyor, hiç olmadıklarını duyuyor kalbinde. Hiç olmayanların anısına yakmak acısına nâil oluyor. Ve sonra buz gibi bir tebessümle uykuya dalıyor, ebedî bir uykuya...