Açıkçası filmin doğrudan siyaset konusunu ele almasına, kültür bakanlığı onaylı olması, günümüz politikasını tüm gerçekçiliğiyle yansıtmasına şaşırdım. Fakat bir o kadar da sevindim. Sıradan bakış açısından ziyade filmi analiz ederek izlemeye çalıştım ama bu belli yere kadar sürdü. Bir noktadan…devamıAçıkçası filmin doğrudan siyaset konusunu ele almasına, kültür bakanlığı onaylı olması, günümüz politikasını tüm gerçekçiliğiyle yansıtmasına şaşırdım. Fakat bir o kadar da sevindim.
Sıradan bakış açısından ziyade filmi analiz ederek izlemeye çalıştım ama bu belli yere kadar sürdü. Bir noktadan sonrasına kadar da ‘noluyor yahu?’ sorusuyla, filmin içine fazlasıyla girerek merakla izledim. Cesur olunması gereken bir konu olduğu için-günümüz şartlarında-mantıken merakım analizden fazlasıyla daha ön plana çıktı. Ama yine de birkaç şey dikkatimi çekti ve bunları paylaşmak istiyorum.
Filmin prolog sahnesi, karakterimizin çalkantılı bir yolculuğun başlangıcında mesajını vermek amacıyla bir geminin içerisinde donuk ifadeyle bulunması ve kulağımıza gelen dalga sesleri bizi filmin sonuyla ilgili ilk göndermeyi veriyor. Sonlara doğru geçen bir diyalog bana ilk sahneyle ilgili bir soru işareti göndermişti ama son sahnede bunun ne demek olduğunu anlamak çok zor olmadı. Armudun iyisini ayılar yer...
İki sahnede asansör metaforu kullanılmış. İlkinde bozuk asansör, ikincisinde dolu asansör sahnesi. Karakterimiz bu iki sahne sonrasında da yürümek zorunda kalıyor. Bu iki sahne tam olarak ana karakterin çıkacağı zorlu yolun seyirciye yansıması. Bu yolculuğun içine katabilmek için yönetmenimiz, yazarımız, başrol oyuncumuz çekim açılarını harika kullanarak plan sekanslar ile akışı çizgiselliğe oturtmuş. Tam bir auteurist kuram göstergesi... Auterist yönetmenlere de bayılıyorum ya. Para bende, yetenek bende, oyunculuk bende kafası...
Birçok sahnede sürekli bir sıkışıklık durumu söz konusu. Çok rahatsız edici olsa da hikayeyle uyuştuğu için zamanla hoşuma gitti. Dar açılar, yakın planlar, detay çekimler, protez dişler... İster istemez seyirciyi de etkileyen, hatta seyirciyi hikayeyenin içinde tutmaya çalışan, yaratılan negatif durumu da doğrudan bizlere geçirebilen iyi bir teknik kullanımı. Bazen canımı sıktığını da itiraf etmeliyim.
Bu dar açıların, sıkışık durumların oldukça baskın olduğu plan sekanslarda genel olarak değerledirmek gerekirse politikanın aslında ne kadar gerici bir kavram olduğunu hissettim. Belir bir yere kadar dediğim noktadan sonra “Allah bizi bu durumlara düşürmesin, halimize şükür” dediğim için konuya sinematografiden daha çok odaklandım.
Karakterler arası ilişkiler ‘çıkarcılık’ üzerine kurulu olduğu için oyunculuğun çok daha doğal olması siyaset gereğince çok iyi kotarıldığını düşünüyorum. Üstten bakan ana karakter, alt kültürden yukarıyı eleştiren diğer yan karakterler ve çok daha fazlası. Kimisi sıkılabilir, kimisi de çok sevebilir ama bu filmin ilk çıkışının festival sineması için olduğunu düşünürsek, karakterlerin buna göre harika kurgulanmış olduğunu zaman geçtikçe anlıyoruz. Gerçi karakterler gerçek kişiler de olabilir ama neyse. Bana kalsa şu şöyle olmalıydı dediğim yer pek fazla olmadı.
Filmin genel bir gergin havası vardı ve bunu sağlayan en büyük faktörlerden birisinin ses kullanımı olduğunu düşünüyorum. Ortam sesleri ve karakterler arası sesler o kadar iyi kurgulanmış ki bazen nereyi dinlemeliyim dediğimi hatırlıyorum. Çok lüks değil mi? Buna ek olarak da filmde hiç müzik kullanımı yoktu denilebilir. Tamam birkaç sahnede var ama bu müzikler de ortam sesi olarak kullanılıyor. Yani beni duyguya sokabilmek için herhangi bir çaba yok çünkü duygusallığın ikinci planda olduğu bir konu temel alınıyor. Doğal.
Karakterin dönüşüm süreci de giderek tersine doğru yöneliyor. Aslında bir ikileme söz konusu. Hazır yazarımız da Ercan Kesal olunca... Ben bu dönüşümü alabildim mi? Evet tabii ama daha fazla derin de olabilirdi. Konu ilgi çekiciydi. Fazlasını da görmek isterdik ama o zaman kültür bakanlığı onaylı, izleyemeyeceğimiz bir film olurdu sanırım.
Sonuç olarak filmin realist olduğunu, yani direkt olarak gerçekçiliğin ta kendisi olduğunu itiraf etmem gerek. Günümüz politikasını ele alışını, üst-ast kavramları arası ilişkiler, hem sosyolojik hem psikolojik bakış açıları oldukça iyi yansıtılmıştı. Bir replikte de buna iyi değiniliyordu açıkça, çok hoştu. “Tam da ölecek günü mü buldun?” Hoş derken doğal yani. İkilik arası çelişkiler de ayrıca iyi bir şekilde aktarılıyor filmde. Bence fikirlerini sağlam bir şekilde dile getirebilmiş yazarımız.
Hikayenin sonuna pişmiş et metaforu iyi yerleştirilmiş. Karakterimiz istenilen kıvama başından geçen olaylar sayesinde geliyor. Sisteme boyun eğiyor. Gözünün önündekini görmeyi öğreniyor. 9 aylık çabalamaya gerek olmadığını farkediyor. Torpili akıl ediyor. Her şeyi farkediyor. Et pişiyor...
Filmle ilgili düşüncelerim bunlardı. Kaçırdığım yerler veya atladığım kısımlar illa ki oldu. Bazı yerleri de bilerek atladım zaten. Durduk yere başımıza iş almayalım şimdi.
İyi forumlar!