Topluma, toplumsal kurumlara, dilencilere para vermeye karşı; sadece yaşamak isteyen ve tek kutsalı kendi benliği olan, yalnızlığın fevkalade tadını bilen, başkasının kendisi hakkındaki fikirleriyle ilgilenmeyen bir yazar var eserin ilk bölümünde. İkinci bölüm ise, ilk bölümdeki denemelerinden yaklaşık üç yıl…devamıTopluma, toplumsal kurumlara, dilencilere para vermeye karşı; sadece yaşamak isteyen ve tek kutsalı kendi benliği olan, yalnızlığın fevkalade tadını bilen, başkasının kendisi hakkındaki fikirleriyle ilgilenmeyen bir yazar var eserin ilk bölümünde.
İkinci bölüm ise, ilk bölümdeki denemelerinden yaklaşık üç yıl sonra kaleme aldığı denemelerinden oluşuyor ve sonunda da bir söylevinin yazıya dökülmüş hâli var. İkinci bölümün yazarı ise evrensel akla, evrense ruha, mutlak hakikate, Tanrıya inanıyor. Şimdi, iki bölüm arasında bir çelişki var mı yoksa sentezlenebilirler mi? Mutlak birliğin arasında tekilliğin mümkünatı nedir? Bir dindar varoluşunu keyfince gerçekleştirebilir mi ve bu uğurda sınırlarını zorlayabilir mi?
Fikri olan varsa yorumda paylaşabilir, keza benim de net bir cevabım yok. Sadece düşünme deneyi yapacağım. Varoluşçu filozofların genel eğilimi ateistliktir fakat dindar varoluşçular da azımsanmayacak kadar varlardır. Emerson ise varoluşçuluğu ve stoacılığı sentezleyerek bir yaşam biçimi sunmuş. Bu yaşam biçiminin bana problemli görünen tarafı, hem bireyin mutlak gücüne hem de doğanın, ruhun, tarihin, yaşamın birliğine vurgu yapılması. Bu şartlar altında birey tüm olanakları içinde barındırıyorsa evrensel doğanın, ruhun, tarihin, yaşamın kıskaçları arasında olanaklarını nasıl bilfiil hâle getirecektir? Zannımca Emerson’un serimlemek istediği mutlak hakikatin varlığı ve onun evrenselliği, insanın bu hakikate ulaşmak gayesinin ahlakiliği. Fakat aynı Emerson bireyin tek mutlak olduğuna da, toplulukların zararlı olduğuna da vurgu yapıyor.
Spinozacı görüş, mutlak belirlenim olduğuna ve bireyin ancak bu belirlenimi idrak edip kabullenmesiyle özgürlüğe yaklaşacağını savunur. Bu görüşün izlerini Stoacı görüşe kadar uzatabiliriz. Emerson’un da nihayetinde varmak istediği bu gibi görünüyor. Lakin oldukça tekilci, varoluşçu, üst-insancı başlayıp nihayetinde mistik, dinsel, hatta panteist bir noktaya varması kabul edilebilir gibi değil. Diğer soruya geçelim: Nietzsche kendini Emerson’a neden yakın buluyor? Eserin yazar kısmında Nietzsche yazıyor olsa, en azından eserin ilk kısmındaki denemelerin Nietzsche’nin değil de başka birinin kaleminden çıktığını anlamak oldukça güç. Alabildiğine topluluk düşmanı, bireyci, varoluşçu, yaşamın kutsallığına ve üst-insana inanan bir portre var. İkinci kısmın genel havası mistik, hatta dinsel, evrenselci. Tamam, Nietzsche’de de mistik bir yön vardır fakat o mistikliğini hiç bu kadar ilerletmemiştir. Nietzsche-Emerson benzerliğinin bir diğer boyutu da Hıristiyanlığın eleştirisinde ortaya çıkıyor. Nietzsche Hıristiyanlığın insanı edilgen kıldığının farkındaydı ve bu nedenle Hıristiyanlığa savaş açtı. Emerson da Hıristiyanlığın insanı edilgen kıldığının farkındaydı fakat o, sorunu Hıristiyanlığın kendisinde değil, kutsal metnin çarpıtılmasında buldu. Bu nedenle gerçek Hıristiyanlık bu değil kardeşlerim edasıyla Hıristiyanları etkin olmaya davet etti.
Bu görüşler arasında Nietzsche’ye daha yakınım. Tevrat başlı başına bir edilgenlik öğretisiyken nasıl olur da Emerson Tevrat’ın esasında böyle bir şey olmadığını, bizzat çarpıtıldığını söyler anlam veremiyorum. Yine de din adamlarına dair eleştirilerinin bazıları yerinde. Örneğin peygamberleri insan vasfından sıyırmaları, İsa insandır demeyi günah saymaları İsa’yı insanların gözünde samimiyetsizleştirir. Esasında bu sadece dinin değil, bütün disiplinlerin bir sorunudur. Güncel bir örnek vermek gerekirse, Atatürk’ün putlaştırılması, peygamberleştirilmesi, hatasız bir insanmış gibi görülmesi bizzat Atatürk’ün anlaşılmasına zarar verir.
Bu itici tutum insanların Atatürk’e karşı samimi duygularını zedeler ve yaptığı birçok yeniliklerin ve doğru adımların anlaşılmasına zarar verir. Bu nedenle bir insanı tanrısallaştırmak her halükârda zararlı bir eylemdir. Emerson’un güçlü kalemi, kendini gerçekleştirme vurgusu, insanı harekete geçirmeye, etkin olmaya teşvik eden duruşu, (her ne kadar bu görüşlerine zıt olmaya yakın görüşleri de olsa bile) onu değerli bir insan kılmaktadır.