Kitabı anlatması biraz zor ama yine de elimden geleni yapacağım anlatmak için diyelim :) Bu kitap aslında birbirinin devamı niteliğinde 3 ayrı kitaptan oluşuyor. Yapı Kredi Yayınları bunları tek cilt halinde toplamış, iyi de olmuş bence. Ne anlattığına gelirsek bir…devamıKitabı anlatması biraz zor ama yine de elimden geleni yapacağım anlatmak için diyelim :) Bu kitap aslında birbirinin devamı niteliğinde 3 ayrı kitaptan oluşuyor. Yapı Kredi Yayınları bunları tek cilt halinde toplamış, iyi de olmuş bence.
Ne anlattığına gelirsek bir savaş coğrafyasında anneleri tarafından anneannelerine emanet edilen ikiz erkek kardeşlerin hikayesi diyebiliriz çok çok kabaca. Böyle söyleyince çok acıklı bir şeyler okuyacağınızı düşünebilirsiniz, haklısınız da. Ben de öyle düşünmüştüm çünkü, fakat hiç de öyle değil. Anlatım oldukça soğukkanlı. Böyle olması daha iyi olmuş bile diyebiliriz. Fakat bu soğukkanlı anlatım da diğerlerinden biraz farklı çünkü bahsi geçen ikizler de çok farklı çocuklar. Oldukça zekiler ve olaylara herkesten farklı şekillerde yaklaşıyorlar. 5 yaşlarında anneannelerinin yanına bırakıldıktan sonra kendi kendilerine okuma yazma öğreniyorlar, dereyi geçmek için bir köprü inşa ediyorlar, çıplak elle balık tutmayı, yabancı askerlerin dillerini kolayca öğreniyorlar. Ölülere ve ölüme oldukça kayıtsızlar bunun nedeninin ise savaştan mı yoksa farklı yaratılışlarından mı olduğunu söylemek zor. Bu farklılıkları sadece bu saydıklarımla da sınırlı değil.
Kendileri “alıştırma” olarak niteledikleri çeşitli şeyler de yapıyorlar. Mesela vücut güçlendirme alıştırması. Ağlamadan acıya dayanabilmek için birbirlerine tokat, yumruk atıyor, kemerle vuruyor, ellerini ateşin üstünden geçirip vücutlarının çeşitli yerlerini bıçakla çizip yaralarına alkol döküyorlar. Bir başka alıştırmaları ise bellek güçlendirme alıştırmaları. İşittikleri kötü sözlere karşılık her gün günde yarım saat birbirlerine kötü sözler sarf ediyorlar ki artık canları yanmasın. Buna karşılık annelerinin onlara söylediği “canlarım, aşklarım” gibi sevgi sözcüklerini de artık unutmaya yönelik alıştırmalar yapmaya başlıyorlar. Bunu da yine bu sözleri birbirlerine tekrarlayarak yapıyorlar. Sonrasında da kitapta şöyle bir cümle var: “Tekrarlamaktan sözcükler anlamını yitiriyor, içerdikleri acı da dinmeye başlıyor.”
Tüm bunlarla birlikte dünyaya bakışları da çok farklı. Birinin acısına son vermek onlar için hiçbir problem teşkil etmiyor diyebiliriz, birinin istemesi yeterli sadece. Çok küçük yaşlarına rağmen herkesin saygısını kazanıp para kazanmanın yollarını da keşfediyorlar.
Kitabın anlatımıyla ilgili son bir şey eklemem gerekirse bu da yine kitaptan alıntılarla olur: “Kompozisyon ‘gerçek’ olmalı. Olanı yazmalıyız, gördüğümüzü, duyduğumuzu, yaptığımızı. Örneğin ‘Anneanne bir cadıya benziyor’ yazmak yasak, ama ‘insanlar anneanneye cadı diyor’ yazmak serbest. (...) ‘Çok ceviz yiyoruz’ yazabiliriz ama ‘ceviz severiz’ yazamayız, çünkü sevmek kesin bir sözcük değil, belirginlikten ve nesnellikten uzak. (...) Duyguları tanımlayan sözcükler çok belirsiz, bunları kullanmaktan kaçınıp nesnelerin, insanların kendileriyle, yani olayların sadık betimlemeleriyle yetinmek lazım.”
Bu 3 kitap arasından en çok ilk kitap olan Büyük Defter’i sevdim sanırım. İkinci kitapta yazar oldukça kafa karıştırıyor adeta okuyucunun zihniyle oynuyor. İlk kitapta aklıma gelen bir ihtimal üzerinde sık sık düşündüm ve bu ihtimalin gerçek olma olasılığı 3. kitabın sonuna kadar varlığını korudu. Hem bu durum hem de anlatımı sebebiyle de oldukça akıcı ilerleyen bir kitaptı. Çok kısa bir sürede bitirdim.
Tüm bu anlattıklarım dışında değinmek istediğim son bir husus var ki o da kitabın rahatsız ediciliği. En başta da dediğim gibi bu rahatsız edicilik hem karakterlerden hem de anlatımdan kaynaklanıyor ama olayların da bunda etkisi var. Örneğin tecavüz, ensest (hem de karşılıklı rızayla), soğukkanlı cinayetler, ölümler... Tüm bunlardan rahatsız olmayacaksanız okumanızı öneririm ben. Ben okurken çokça rahatsız oldum fakat yine de pişman değilim. Her ne kadar kitapta savaş arka fonda çalan bir müzik gibi verilse de yıkıcılığını size iliklerinize kadar hissettiriyor. Çünkü savaşla birlikte bilinen bütün değerler, insani duygular da yok oluyor ya da yok olmaya yaklaşıyor. Bunu kitabı bitirdikten sonra daha iyi fark ettim. Odak, iki kardeşin hikayesi olsa da savaşı bu kadar iyi anlatması beni çok etkiledi.
Yazar Agota Kristof 1935 Macaristan doğumlu. 1956’da Stalin karşıtı sosyalist işçilerin rejimi devirmek için çıkardığı ayaklanma Sovyet ordusu tarafından bastırılınca, siyaseten faal kocası ve 4 aylık çocuklarıyla Macaristan’dan kaçıp İsviçre’ye yerleşmiş. (Bu kısım kitabın başındaki yazarın biyografisinden.)
Hala yazacağım çok şey var. Ama şimdiden çok uzun oldu. Buraya kadar okuduysanız teşekkür ederim gerçekten.
Herkese keyifli okumalar diliyorum.