Selamlar İlk 4 kitabı okuduktan sonra yazdığım bir yazım vardı. Kısaca Dune bana ilham olmuştu. Yazarken anlaşılması zor olsun istiyordum ve başarmışım. Aradan uzun bir süre geçti, ben bile anlamak içim çaba gösterdim. Bir de sonucu yazarken yarıda bırakmışım, istesem…devamıSelamlar
İlk 4 kitabı okuduktan sonra yazdığım bir yazım vardı. Kısaca Dune bana ilham olmuştu. Yazarken anlaşılması zor olsun istiyordum ve başarmışım. Aradan uzun bir süre geçti, ben bile anlamak içim çaba gösterdim. Bir de sonucu yazarken yarıda bırakmışım, istesem tamamlayamam artık. Hiçbir şeyiyle oynamadan buraya bırakıyorum.
DEĞİŞİM
İnsanlar değişimden korkar. Değişimin önemini anlamanın yeterli olduğunu düşünürler.
Değişimin yenilik, bir farklılık getireceğini bilirler. Teceddüt iyidir. İçlerinde bir yerde ruhları bunu haykırır. Ama bu normal bir çağrı değildir. Hayran olmakla yetinirler, güneşe. Uzakta olanın, göremediklerinin yine de mârifetini üzerlerinde hissetmek onları, o ruhları, kendi kafeslerinde güvende hissetmelerine yeter de artar bile. Gelecekten parmaklıklar arasında sahiplerinin derilerini öyle güzel örmüşlerdir ki ne dışarı çıkarlar ne de yerlerinden kıpırdarlar. Yaptıkları tek şey haykırmak olur. Böylece boşlukları açık tutar, tüm o sıcaklığı hünerli bir şekilde dengelerler. O kadar hünerlidirler ki kendilerini gözetenlerden kaçıp geçtikleri yerde korkunun izlerini bırakmayı başarırlar. En baştan beri sürekli izleyen gözler, o izleri bile görmez. Çünkü akıllarındaki tek şey güneşin sıcaklığınının altından kalkabildekleridir. Ne büyük bir kandırmacadır bu.
Güneşle istemsizce aynı yola talip olan onların, ellerinden tek gelen şey ise arkasında bıraktıkları o derin korkunun izlerini kumdan kuyular haline getirmek olur. Sahiplerine, teceddütün susuz bir kuyuda, hayal olduğuna inandırmak. Önce haykırarak büyük bedeller sonucunda usûlden beri durmaksızın birbiri üstüne diktikleri o değerli gelecekten parmaklıkların içine çekmek, sonra da bir dost gibi çölde acı gerçeği yaşatmak. Kendi gücüne kanan gözetenleri bekleyen kaderse daha o yakıcı sıcaklığın kendi içlerindeki suya getirdiği değişimin farkında olmaksızın, gücün temsili sandıkları, gözlerini kavrulmuş kırmızıya boyayan sayısız tanecikleri değerli bir elmaymış gibi avuçlamak ve cehennemin sıcak kırmızı susuzluğunu boylamak. İşte o anda akıllarındaki tek şey, içlerindeki ruhlarının haykırmasını sağlamanın yeterli olmayacağı anlamak olurdu.
Anlamak yaramaz bir oyuncak olmuştu artık sadece değişimin korkusunu taşıyan. Sahip oldukları tek şeydi o oyuncak. Bir gelecekti o oyuncak. Değişimin getirdiği gelecek. O ruhlar böyle bir gelecekten sakınıyorlardı işte. Güneşin yakmayan merhametini bir tılsım gibi üzerinde taşıyan sahiplerine gösterdikleri bu kehanet şüphesiz ki korkunun bir meyvesiydi. O korku nasıl bir korku muydu?
Değerinin bilinmediği, nasıl ölçüleceğinin bile hayal edilemediği tılsımı kendilerinin yapamazlar mıydı? Değişimin nimetine usûlden beri sahip olan ruhlar sahiplerini, geçmişin tozlu sayfalarına birkaç çizgi çizerek yad ettikten sonra üflemezler miydi? Ne kudretli bir rüzgar olurdu! İşte böyle bir korkuydu. Denemiyorlardı bile. Hatırlamadıkları bir zamandan beri bir yatakta duruyorlardı, zaman akmıyordu. Akmasını ne zamandan beri akıllarına getirmemişlerdi, onu da hatırlamıyorlardı. Yalnızca üflüyorlardı. Düşledikleri tek şey üstünde bulundukları yatağın suyu olan bir nehir olmasıydı. Üfleyince akardı sanki. Belki şimdiye kadar gözyaşlarıyla bile dolardı. Buna rağmen su akıtmayı sona saklıyorlardı. Bu hazzı bir kere yaşayabilirlerdi. Sahiplerinin ölümünü umuyorlardı ama değişimin hânelerini yakmasını, güneşin kapıdaki tılsımı vaktinden önce çalmasını ve ev sahibinin buna kanmasını istemiyorlardı.
Doğaları böyleydi. Cahil insanlara karşı acımasız olmak şarttı. Ancak yapabildikleri tek şey istemeseler de merhamet göstermekti. Efendilerine gerçek sıcaklığı göstermişlerdi.
Peki o kuyuda ne vardı?
Gerçekten de bir şey yoktu, korkutucu olan da buydu. Meçhul olandan korkarız çünkü. Arzuladığımız ama mâlik olamayacağımız upuzun bir çizgiye uzanıp noktayı koyabilseydik ne kadar rahatlatıcı olurdu, hiç düşündünüz mü? Üstünde yürüdüğümüz o ince, kara çizgide yapmamız gereken başka hiçbir şey kalmazdı. Bunu başaramayacağımızı bilmemize rağmen sizce neden renk vermeye çalışmaktan hiç vazgeçmiyoruz? Dans edercesine sanki eğlenirmiş gibi bir sağa bir sola doğru kıvrılıyoruz düşüp düşmeyeceğimizi bilmeden. Cevapsa tabiki hayır. Burası önemli bakın. Korkumuz sınır oluyor çünkü. Geriye dönme lüksümüz yok zaten. Noktayı da koyamıyoruz. Kendimizi kandırırken de korku bizim için bir nimet oluyor adeta.
Evet, işte o anda anlık aklına gelen o şeyi yapmayı düşünürken seni durduran şey neydi sence? Peki seni durduracak kabileyette olan o şey kurallara inanman mıydı, yoksa ondan korkman mıydı? Yapacağın seçimin ne getireceğini bilmek, karar vermene ne kadar da yardımcı olurdu?
Bizim mevzumuz bundan sonrası. Soluyacağımızı bildiğimiz ama çizgimizde bir adım kadar önemli olan havayı içimize çekmekten başka bir iş için kullanamayan narin bedenlerimize ne