Hiç derinden inandığınız bir gerçeğin bir an gelip de ansızın gerçekliğini sorgularken buldunuz mu kendinizi? Daha önce bu durumu tecrübe ettiyseniz şayet o izahı zor, sanki insanı temelden sarsan hisse aşinasınız, demektir. Tam da "Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir."…devamıHiç derinden inandığınız bir gerçeğin bir an gelip de ansızın gerçekliğini sorgularken buldunuz mu kendinizi?
Daha önce bu durumu tecrübe ettiyseniz şayet o izahı zor, sanki insanı temelden sarsan hisse aşinasınız, demektir.
Tam da "Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir." sözünü sonuna kadar hissettiren bir durum gibi, değil mi?
Bir de aklımı kurcalayan şu husus var ki gerçeği bilir miyiz yoksa gerçeğe inanır mıyız? Ya da şöyle sorayım... Bildiğimiz için mi inanırız yoksa inandığımız için mi biliriz?
Yani bir gerçek sırf biz öyle inandığımız için sadece bizim gerçekliğimiz olabilir mi? Kendi inşamız illüzyonumuzla asıl olan gerçek ne denli ayırt edilebilir? Peki ya görebildiğimiz yalnızca, manzaraya anahtar deliğinden bakmaksa... Kapıyı açıp da resmin bütününü görebilmek için ne yapmalı?
Durum böyleyse 'gerçek' de kişiden kişiye değişebilecek bir olguya dönüşüyor sanki. İnsanların kendi anahtar deliklerinden aynı gerçeğin farklı parçalarını görmeleri gibi... Tıpkı filmde Martin, Janet, Molly ve Martin'in siyahi yardımcısının inandıkları gerçeklerin kendilerince sağlam temelleri olmasına rağmen hepsinin de gerçeklerinin birbirinden farklı olması gibi...
Sanıyorum ki bir gerçeği olabildiğince gerçeğe yakın görebilmek için dahil olan tüm denklemleri çok yönlü görmeye çalışmak gerek... Yani o manzaraya çıkan tüm anahtar deliklerinden öte pencere açılarının her birini tek tek dolanmak gerek...
Bilmek ve inanmak kavramlarına tekrar dönersem; bilmek somut inanmak soyut gibi dursa da birbirininden bağımsız duramayan, birbirinde var olan iki kavram olduklarını düşünmekteyim.
Bir de bilmenin derinliğine inersek insan ömrü boyunca pekçok şeyden haberdar olabilir ama bunların ne kadarını esas manasıyla bilir'i düşünebiliriz.
Buradan da insanı bilmek boyutuna kayalım... Bir insanın aslını bilip tanımanın mümkünlüğünü düşündüğümüzde pek de olumlu bir cevap bulamıyoruz sanki zira sürüsüyle değişken denklem söz konusu. Sonuçta insan çok kolay kanabilen, kandırılabilen bir varlık. İlla birilerinin birilerini kandırması da gerekmiyor. Sorgusuz sualsiz, kayıtsız şartsız herhangi bir şeye inanmak istememiz yetiyor da artıyor bile ve bunun gerçekliğine, doğruluğuna kendimizi ikna etmek uğruna adeta kendimizle savaşa girişiyoruz.
Her ne kadar kendimizi, düşüncelerimizi geliştirsek, tecrübelerimize tecrübe katsak, kurnazlıkta sınır tanımasak da kandırılma ihtimalimiz yine olacak çünkü insanız ve gücümüzün, bilgimizin bir sınırı var; kontrolümüz dışında akan bir hayat, koskoca bir dünya var. Ve o dünyada yaşayan birbirinin hem aynısı gibi hem de dağlar kadar farklısı milyonlarca insan var...
Bu şartlar altında adalet kavramına da gelirsek ne kadar adaletli olabileceğimizi de sorgulayabiliriz zira bazı durumlarda kimin masum, kimin suçlu, neyin doğru, neyin yanlış olduğunun kararı o kadar da kolay verilemiyor ve bazen kararlarımızın bedeli kendi başarısızlığımız yalnız kendi vicdanımızda kilitli kalıyor. Düşünsenize belki de ne kadar çoktur, masum olduğu hâlde suçsuzluğu ispatlanamadığından hapis yatanlar ve suçu kanıtlanamadığından bir türlü hapse atılamayanlar...
Hani derler ya insanlar ikiye ayrılır, iyiler ve kötüler diye... Bazen bunun bu kadar keskin bir ayrım olamayacağını düşünürüm zira benim gözümde kimse tamamen iyi veya tamamen kötü değildir. Herkesin içinde takva, iyilik ve günah, kötülük potansiyeli vardır. Bu iyi ve kötü arasındaki fark ise bir ufak niyet ve gayret meselesi... İnsana dair göz önünde tutulmaya değer yegane şey samimi niyet ve yanlışını düzeltme, kendini geliştirme gayreti olmalı diye düşünüyorum.
Tüm bunların içerisinde en çok üzücü olan kısım ise tüm bu gayretini inatla kötülüğe harcayan insanlara hiçbir yardımımızın dokunamaması çünkü yardım talep edilmediği, istenmediği takdirde yardım, ne yardım edilene ne de yardım edene hiçbir fayda etmiyor ve bazı insanlar inatla "Hayır, ben bu batağa batıcam!" diyor ne yazık ki...
Velhasılıkelam filmin uzun uzadıya anlattığım gerçek, bilmek, inanmak, adalet, masumiyet, suç ve psikoloji kavramları üzerine düşündürmesini sevdim. Oyunculuklara da bayıldım, herkesin inanarak rolünü oynadığı her sahnede hissediliyordu. Özellikle Edward Norton resmen tüm yeteneklerini döktürmüş ve sanıyorum ki kendisi bu rolüyle ünlenmiş. Mahkeme ve katil kim konularını sevenler bu filmi de izleyebilir. Keyifli seyirleerrr 🔎🎬
10/10
⭐⭐⭐⭐⭐⭐⭐⭐⭐⭐