Spoiler içeriyor
Mükemmel bir kitaptı. Japonya'nın, Kore'yi sömürgesi hâline getirdiği tarihlerden 1989'a, Busan'dan Yokohama'ya uzanan acı dolu bir roman. Aşk, ihanet, savaş, ırkçılık, yoksulluk, ayrımcılık, çaresizlik, o dönemki kadın-erkek ilişkileri, savaşın ve yoksulluğun getirdiği o ahlaksızlık ve yozlaşma... O dönem Japon sömürüsü…devamıMükemmel bir kitaptı. Japonya'nın, Kore'yi sömürgesi hâline getirdiği tarihlerden 1989'a, Busan'dan Yokohama'ya uzanan acı dolu bir roman. Aşk, ihanet, savaş, ırkçılık, yoksulluk, ayrımcılık, çaresizlik, o dönemki kadın-erkek ilişkileri, savaşın ve yoksulluğun getirdiği o ahlaksızlık ve yozlaşma... O dönem Japon sömürüsü altında Korelilerin yaşadığı bütün zulümlere şahit oluyoruz bir aile üzerinden.
Herhangi bir cephe veya bir savaş sahnesi olmamasına rağmen savaşın ve sömürünün ne kadar gaddarca ne kadar acımasızca bir şey olduğuna yine, yeni, yeniden şahit oldum okurken. Kitapta birkaç yerde "bir kadının hayatı acı çekmekten ve çalışmaktan ibarettir" cümlesi geçiyordu. Normal koşullarda da geçerli olan bu cümle, savaş koşullarında bin kat daha anlaşılır bir hâle geliyor. Yoksulluk ve işsizlik sebebiyle çalışmak için Çin'e götürülme vaadiyle kandırılıp fuhşa zorlanan kadınlar, Japon askerlerine pazarlanan kadınlar, savaşın ilerleyen dönemlerinde bir dilim kuru ekmek için her şeyi yapacak hâle gelen insanlar, çocuklarını ve kendilerini doyurmak için kendilerini satan kadınlar... yoksulluk ve zulüm, elinde çiçekle çikolatayla gelecek değildi tabii. Ahlaksızlıkla gelecekti. Yozlaşmayla gelecekti. İnsanın içinde en ufak merhamet ve iyilik kırıntısı bırakmayacaktı. Tabii ki bunların bazıları da bir tercih. (Hiç öyle bir yokluk, öyle bir zulüm, acı yaşamadığım için yargıla(ya)mıyorum kimseyi tabii ki. Allah kimseye yaşatmasın, hâlâ düşündükçe gözlerim doluyor.) Çünkü ana karakterlerimizden Sunja, eve yardım edebilmek ve çocuklarını okutabilmek için olmayan Japoncasıyla pazarda atıştırmalıklar, turşular satmaya başlıyor. Ve o yoklukta, malzemeye erişimin çok zor olduğu dönemlerde canla başla çalışarak yapıyor bunu. "Bir kadının hayatı acı çekmekten ve çalışmaktan ibarettir" cümlesi, kendini gerçekleştiren bir kehanet oluyor adeta kitaptaki kadınlar için.
Kitapta beni en çok etkileyen nokta, ırkçılığın, çocuklar üzerindeki etkisini okumak oldu. Japon okullarına giden Koreli çocukların uğradıkları zorbalıklar, gördükleri kötü muamele, öğretmenler tarafından bile aşağılanmaları... bunun sonucunda Koreli olduğundan utanan Noa diye bir karakter vardı mesela. Noa, asla olamayacağı bir şey olmak istiyor ömrü boyunca: bir Japon. Belki tam olarak Japon olmak istemiyordur. Belki sadece bir insan olarak görülmek istiyordur ya da Koreli olmamak istiyordur. Akademik başarısı, kitap okuma sevgisi, bulunduğu yerden kurtulup eğitimli bir insan olmak istemesi vs. belki hep, Japonların, Korelilere yapıştırdığı kötü etiketleri içselleştirdiği ve Koreli olursa hep ikinci sınıf insan muamelesi göreceğini bildiğinden, Japon olmaya bir adım daha yaklaşmak için gerçekleştirdiği şeylerdi. Yetişkin hayatına geçtiğinde de bazı olaylar sonucu yine kendinden ve köklerinden kaçıyor ama geçmişinden kaçamıyor ve intihar ediyor zaten. Tek sebebi olmasa da intiharının en büyük sebeplerinden birinin kendisine yabancılaşması olduğunu düşünüyorum. Sürekli kendinden kaçıyordu, sürekli köklerinden utanıyordu. O utanç, kaçtığı yerde bir gün karşısına dikilince onun için acı olan bu gerçekten kaçamayacağını, kaçsa da kurtulamayacağını kavradı sonunda ve ölmeyi tercih etti diye düşünüyorum.
Henüz öğrenciyken gördüğü zorbalıklara dayanamayıp intihar eden Koreli çocuklar da varmış o dönem. Hatta yazar, bu konuyla alakalı, gerçek bir olaya dayanan bir öykü yazıp ödül almış sanırım. Kitapta da böyle bir duruma yer vermiş zaten. Bir tarafta seçemedikleri, ellerinde olmayan şeyler üzerinden bunları yaşayan ve daha fazla dayanamadıkları için intihar eden çocuklar; öbür tarafta ırkçılıkla, üstün ırk oldukları sanrısıyla beyinleri yıkanarak zorba yetiştirilen çocuklar... Çok üzücü cidden.
Bir yerde başka bir karakter, Japonya'yı, "çok sevilmesine rağmen sizi sevmeyi reddeden bir üvey anne" olarak tanımlıyor. Bu tanım, beni yerden yere vurdu. Çünkü bunu, Japonya'da doğup büyüyen, Japonya'da çalışıp ülkeye faydası dokunan ama ağzıyla kuş tutsa da Japonların gözünde ikinci sınıf insan mertebesinden yukarı çıkamayacak biri söylüyor. İşin acı kısmı, bu olaylar sırasında savaştan dolayı Kore'ye gidemeyen Korelileri, Kore de düşmanlıkla karşılıyor. Yani oraya da gidemiyorlar. Orada da "Japon artıkları" olarak anılıyorlar. Tam anlamıyla bir vatansızlık. Hiçbir yere ait değilsin... Nereyi vatan olarak kabul edebilirsin? Doğup büyüdüğün, emek verdiğin ama asla istenmediğin toprakları mı yoksa hiç görmediğin, bir ilişiğinin olmadığı atalarının toprakları mı? Yine böyle bir durum yaşamadığım için tam olarak cevap veremiyorum bu soruya. Ama içimdeki Asena şöyle haykırıyor: o dönem yaşayan bir Koreli olsaydım Kore'ye dönüp ülkenin toparlanmasında ve kurulmasında katkımın bulunmasını, ardından da Japonların -çok affedersiniz- analarını ağlatmayı bayağı isterdim. Açıkçası şu an düşününce Kore'de yaşayan Korelilerin, Japonya'da kalanları istememesi bana normal geldi. Aynı sefaleti ve acıları onlar da yaşadılar büyük ihtimalle ama hiç değilse ülkelerinde kalıp ülkeleri için savaşmış adamlar. Demez mi "ağzımızın içinde bombalar patlıyordu. O sırada siz neredeydiniz?" diye. Der tabii. Te Türkiye'den babamın dayısı savaşmaya gitmiş, senin Japonya'da işin ne? Gerçi Japonya'daki Koreliler için, yaşadıkları şeyler sonucunda, birçok kutsal anlamını yitiriyor sanırım. Sadece hayatta kalmaya çalışıyorlar. Eğer vatan toprağını baştan kutsal kabul ediyor idiyseler tabii...
Bu arada, dört neslin hayatını okuyoruz kitapta ve sömürge zamanında Japonya'ya gelip yerleşen kişilerin TORUNLARIna bile sıkıntı çıkarmış Japonlar. Anası-babası Japonya'da doğup büyümüş, kendisi Japonya'da doğup büyümüş Kore'yle artık neredeyse bağları yok -hiç değilse manevi olarak- ama yine de üç senede bir gidip doğum gününde kimlik çıkartıyorsun ülkeden atılmamak için ve hâlâ Japonlar seni, "yabancı" olarak tanımlıyor. Bu sürede nesiller arası yaşanan düşünce değişikliğini de görüyoruz bir yandan aslında. Japonya'da doğup büyüyen Sunja'nın torunu Solomon'un Kore asıllı Amerikan kız arkadaşı, Japonlara Solomon'dan daha nefret dolu mesela. Solomon, çoğu kez, ona karşı Japonya'yı savunurken buluyor kendini. Amerika'ya gitme şansı varken "yabancı" olarak görüldüğü Japonya'da yaşamak istiyor. Büyükleri kendilerini yurtsuz hissederken o, Japonya'yı memleketi olarak görmeye başlıyor büyük ihtimalle.
Aslında maalesef hâlâ günümüzde de yaşanan birçok sorunu gördüğüm için fazlasıyla etkilendim kitaptan. O dönemki Kore-Japonya tarihini, Japon mezalimini çok güzel yansıtmış. Sonlarına doğru bazı yerler sıksa da genel olarak aktı gitti. Sanki okumadım, izledim kitabı, öyle hissettirdi yani. Benim favori karakterim Isak oldu. Maalesef, çok erken kaybettik. Biraz daha gün yüzü görmesini isterdim eşiyle ve çocuklarıyla birlikte.
Gözlerimin dolduğu ve ağlamamak için ara verdiğim yerler oldu bayağı. Kitap okurken ağlamayıp ardından So Hyang'ın o büyüleyici sesiyle yeniden Arirang dinleyince şunca derdimin arasında oturup Kore'nin Kuzey-Güney diye ayrılmasına ağladım...
Çevirmen bazı Türkçe karşılığı olan kelimeleri çevirmeden bırakmış bu arada. Mesela Japoncadaki -chan, -san, -sama eklerini çevirmeyip öyle bırakması gayet anlaşılır. Dilimizde bir karşılığı yok çünkü. Ya da ne bileyim, iki Koreli arasındaki diyalogda biri Japonca konuşmaya başlasa onu olduğu gibi bıraksa anlamamız için ona da eyvallah. Ama "anne", "baba", "arkadaş", "özür dilerim" gibi şeyler çevrilmemiş ve bu durum, beni sinir etti okurken.