Okurken veya okuduktan sonra bazen, ellerim sanki bana ait değil de onlara dışarıdan bakıyormuşum hissi yaşatan (Counter-Strike Sendromu diyebiliriz), sayesinde, ellerimden bağımsız herhangi bir şey yaparken yine de ellerimi kullandığımı fark edip kendimi durdurmaya çalıştığım bir kitap. Tanıtım yazısında da…devamıOkurken veya okuduktan sonra bazen, ellerim sanki bana ait değil de onlara dışarıdan bakıyormuşum hissi yaşatan (Counter-Strike Sendromu diyebiliriz), sayesinde, ellerimden bağımsız herhangi bir şey yaparken yine de ellerimi kullandığımı fark edip kendimi durdurmaya çalıştığım bir kitap. Tanıtım yazısında da bahsettiği gibi, ellerimizi neden sürekli meşgul tutmak isteriz ve ellerimizle yaptığımız şeyleri neden yaparız, sorularına, farklı alanları mercek altına alarak cevaplar arıyor (ve utanmadan veriyor da) yazarımız. Konusu farklı geldiği için merak edip almıştım, okumadan önce daha farklı bir şeyler bekliyordum (ne beklediğimi de hatırlamıyorum, sadece daha farklı bir şeyler beklediğimi hatırlıyorum) ama kesinlikle hayal kırıklığı yaşatmadı kitap (haybeden bir memnuniyetsizlik ve şikayet olsun diye beklenti meklenti bir şeyler yazayım dedim işte...). Bazı şeyler, çok farklı şekilde ele alınmış. Bazılarına katıldım, bazılarına da "bu kadar da zorlamaya gerek yok sanki be?" diye itiraz ederek okudum. Yazar, İngiliz olduğu için Batı kültürünü ve İngiliz dilini merkeze alarak yazmış hâliyle. O yüzden okurken "keşke bir de Türk psikanilist çıksa da şunun bir Türk kültürü versiyonunu yazsa" diye düşünerek okudum yer yer. Zaman zaman sıkıldığım yerler olsa da genel olarak severek okudum. Bazen, bazı bölümlerin sonuna geldiğimde "bi' dakka ya, bu bölümün başı neydi de buraya bağlandı şimdi?" duraklamaları yaşadığım oldu ama bu durum, yazar oradan oraya atladığı için değil, konuları birbirine güzel bir şekilde bağlayarak ilerlediği için yaşandı diye düşünüyorum (bazen de bölümleri bölük pörçük, ara vere vere okudum ama bunun, unutmama etkisi %0....01 falandır tabii ki).
Günlük hayatta yaşanan kayıpların yasını tutmamayla alakalı bir bölüm vardı. Okurken çokça hak verdiğim ve sanırım kitaptaki en sevdiğim kısım oldu. Yazar diyor ki: "Bir satışçıyla karşılaştığımızda, bize gülümser ve el-yapımı, elle karıştırılan, elle tatlandırılan ürünlerini bize coşkuyla anlatır ve birkaç hafta sonra, artık bir başka ürünü müthiş bir coşkuyla ballandıra ballandıra anlattığı başka bir şirkete geçtiğini öğreniriz. Bağlanma ve kayıp ritmimiz değil, bağlanma ve bağlanma ritmimiz vardır.
Hâl böyle olunca, modern yaşamda bizlerden zorla istenen neşe ve pozitifliğin tükenmişlik ve depresif hâllerle akamete uğramasına şaşmamak gerek. Şöyle doğru düzgün “bırakmak” ya da kayıp hislerinin yeterince muhasebesini yapmak için zaman ve yer olmayınca, bu hisler bizi umulmadık biçimde sarsar ve bunların nereden kaynaklanmış olabileceğine dair çoğu kez bir fikrimiz bile olmaz.
Kaybı kaydetmede yaşanan bu zorluk başka bir zorluğa, yokluğun değil de varlığın muhasebesini yapma zorluğuna yansır."
Bunları okuyunca oturup en son ne zaman benim için önemli olan bir şeyden, isteyerek veya istemeyerek, koptuğumda bunun için doğru düzgün bir şekilde yas tutup üzerine düşündüğümü düşündüm. Ardından bunların, genelde, o kaybı unutmak için kendimi başka bir şeye vererek kaçındığım duygular olduğunu fark ettim (bağlanma ve kayıp ritminin, bağlanma ve bağlanmaya dönmesi). Genelde kaçındığım ama hep de burnumun dibinde biten otlar bunlar, maalesef. Çünkü yazarın da dediği gibi, yasını doğru düzgün bir şekilde yaşamayıp muhasebesini de yapmayınca o anlık geçip gidiyor belki ama üzerinden zaman geçince anlam veremediğin düşünce ve duygular girdabına kapılıp gidiyorsun. İnsan mutluluğu bir araç olarak değil de ulaşılması gereken bir amaç olarak düşününce bunlar kaçınılmaz oluyor sanki. Amaca ulaşmak için çabalıyorsun ve bu çabalama sürecinde olumsuz duygulardan kaçınmak zorundasın. Kaçınmak için de oyalanmak zorundasın. Yoksa düşünürsün, düşünürsen de üzülürsün. "Oyalanmak... Ölüm, sefalet ve cehaleti tedavi edemeyen insan, bunları hiç düşünmemekte bulur mutluluğu." diye, içime oturan böyle bir cümle okumuştum bir kitapta. Mutluluğu gelip geçen bir duygu mertebesinden çıkarıp, ona bambaşka anlamlar yükleyen kapitalizm belimizi çok büktü... Esasında tüm bunlarda bir an'da kalamama durumu da var. Yaşadığımız an'ı beğenmediğimiz zaman ya geçmişi düşünüp daha da kinleniyoruz, suçlayacak bir şeyler, bir sebep arıyoruz veya güzel anıları düşünüp nostalji hissiyle özlem duyuyoruz ya da geleceği düşünüp belirsizliğin getirdiği kaygıyla içimiz içimizi yiyor veya olumlu bir değişim düşünüp umutlanıyoruz. O an'dan bizi uzaklaştıracak herhangi bir şeye tutunmaya çalışıyoruz yani. An kaydırması yaşıyoruz aslında. Geçmişte yine aynı haltı yiyip duygularımızı yaşamadan bastırdığımız için aşamadığımız olaylar peşimizi bırakmıyor yine. Ama bunları yaparken bir yandan da kendimizi oyalamaya çalışıyoruz sürekli, uzaklaşmaya çalışıyoruz. Yazar da günümüzde bu uzaklaşmada büyük bir payı olan teknolojiyle alakalı olarak diyor ki: "Birer aracı olarak, bize başka bir yerde olma olanağı verirler. Fakat nihayetinde, (dönüp dolaşıp bedenin uyarılmasına yönelen) elle işletilen bir tür döngünün parçasını oluşturdukları takdirde, bizi sahiden yabancılaştırırlar. Bu yabancılaşma bizi bizden uzaklaştırabilir ve eller bedene döndüğünde, acı bizi kendimize geri getirebilir." Belki yaşamamız gereken, bizi kendimize getirecek o acı, illa fiziksel bir acı olmak zorunda değildir, insanın kendine yabancılaştığını fark edip sonra kendine dönmeye çalışması da çok acı bir durum çünkü.
Kitapta, Ortaçağ etimolojisine göre, "el" (manus) kelimesinin "hizmet" (munus) kelimesinden türediğini okuyunca bizim dilimizde kullanılan el kelimesi nereden gelmiş diye bir merak ettim. Biraz baktım ama el kelimesinin etimolojisiyle alakalı pek bir şey bulamadım, maalesef. (Eğer bulabileceğim bir kaynak varsa paylaşırsanız sevinirim.) Uzuv olan eli bulamayınca aklıma yan anlamları geldi tabii (onları da bulamadım)... Eller, vücuda bağlı olsa da diğer uzuvlarımıza nazaran, vücudumuzun daha dışarıda kalan parçalarıdır. Bu yüzden okurken, "yabancı" anlamında kullandığımız "el" kelimesi geldi aklıma. Dışarıda, bize uzak, kendi iradesi olan (ilk sayfalarda yabancı el sendromuna değinilmişti; insanın elinin, kendi iradesi dışında hareket ettiği bir hastalık imiş. Elin kendi "iradesiyle" hareket etmesi diyebiliriz yani) başka biri. Veya bize el olan "il/el"leri fethederek "ele geçiririz", sevdiceğimiz gurbet ellere düştüğünde uzanıp kurtarıvermek, yamacımıza çekmek isteriz onu o diyarlardan veya kişilerden. Acaba atalarımız, "el" kelimesini bu anlamlarda kullanırken bunları düşünerek mi kullandı? Yoksa ben, övünmek gibi olmasın ama, çok mu güzel sallıyorum??
Sonuç olarak keyif alarak okuduğum, beklentimi -beklediğim şekilde olmasa da- gayet karşılayan bir kitaptı.