anton pavloviç çehov'un iletişim yayınlarından çıkan öykü serisinin ikinci cildi. çeviren ise mehmet özgül. ön sözü yazan beverly hahn'a göre çehov'un meslek hayatı diğer rus klasikleri gibi ne yazmaya ciddi entelektüel bir yerden başlamış ne de diğerleri gibi toprak sahibi…devamıanton pavloviç çehov'un iletişim yayınlarından çıkan öykü serisinin ikinci cildi. çeviren ise mehmet özgül.
ön sözü yazan beverly hahn'a göre çehov'un meslek hayatı diğer rus klasikleri gibi ne yazmaya ciddi entelektüel bir yerden başlamış ne de diğerleri gibi toprak sahibi sınıftandır. çehov, tüccar bir ailenin çocuğu, eski bir serfin torunudur. doğmakta olan yeni bir sınıfın ihtiyaçlarını gidermek üzere çıkan pek çok zevksiz mizah dergilerinden birinde yazar. kaba güldürü ve basit tiplemeler üzerinden zıtlıklar ile alay eden bir tür fıkra gibidir bunlar. zamanla daha ciddi dergilerde yazıp edebiyat üzerine emek vermeye başladıkça mizahi yönünü ve edebi dilini; şiirsellik ile gerçekliği birleştirip mesleğe asıl girişini yapacaktır.
bu ikinci cilt de yine çehov'un 1880 ile 1886 yıllarını kapsayan öykülerinden derlendiği için yazarın çıraklık ve giderek üslubunu geliştirdiği dönem olarak görülebilir. bu kitabında 68 öyküsü yer alıyor. benim özellikle sevdiklerim şöyle:
* istiridye
* avcı
* düşünür
* ah, şu insanlar!
* saygısız adam
* çocuklar
* keşif
* acı
istiridye'de diğer öykülerinden farklı olarak anlatıcı-yazar bir çocuktur. çocuk iştahı ve yoksulluk psikolojisi üzerine çok hassas iç burkan bir öykü. benzer temalı diğer okuduğum öykülerin yanında [ bazı köfteler, yalçın tosun, çikolata, orhan kemal] zihnime kazındı bile.
avcı öyküsünde uzlaşmaz kişilikleri ile ayrı dünyaların insanı olan ve neredeyse hiç görüşmeyen karı kocanın hikayesi. adam doğada ve özgürce yaşamak isterken eşi mevsimlik işlerde köyde geçimini sağlar, eve bağlıdır. ama kadının ne olursa olsun adama olan hayranlığı, bakışı iç acıtır. hayatımda okuduğum en dokunaklı bitiş cümlesini çehov bu öykü için kurmuş sanki:
***
"avcı düz bir şerit gibi uzayıp giden cılgada yürümeyi sürdürüyor. solgun yüzlü kadın ise kıpırtısız yontu görünümünde dikildiği yerden onun attığı her adımı izliyor. işte kocasının kırmızı gömleği koyu renk pantolonuyla birleşti, adım atışları görünmez oldu, köpeği çizmeleriyle karışmaya başladı. tek görünen şey başındaki kasketi. yegor ormana doğru keskin bir dönüş yapınca yeşillikler arasında artık kasketi de görünmez oluyor.
pelageya, 'güle güle, yegor vlasıç' dedikten sonra beyaz kasketi bir kez daha görebilmek için ayakuçlarının üzerinde yükseliyor." (s.216)
***
bayıldım bu perspektif betimleyişine ve geride kalan kadının sevdiği adamdan kalan son izi görmek için ayaklarını kaldırışına. aşk böyle ufacık jestlerde, ayrıntıda şiirselleşiyor.
acı öyküsünde birkaç gün önce oğlu ölen yoksul, yalnız bir adamın derdini anlatacak hiçkimseyi bulamayıp sonunda atıyla konuşup uzun uzun acısını paylaşması çok insani ve hüzünlü bir öyküydü. bana nietzsche'nin ölmeden önce bir ata sarılıp ağlayışını çağrıştırdı bu öykünün sonu. psikanalizde yasta olan kişinin başkalarıca görülmesinin bu süreçle başa çıkmada çok önemli olduğu söylenir. yas evine baş sağlığına da bu sebeple gelinir esasen. kişinin acı çektiği görülmeli ki yaşadığı şey başkaları aracılığı ile gerçekliğe kavuşup anlam kazansın ve travma olmaktan çıkarak hayatın bir evresi olarak atlatılabilinsin. o yüzden bu derdini anlatmak için çırpınan yaşlı adam da hiçkimse tarafından görülmeye değer olmayışın acısını da çekmektedir. çünkü bir insanı dehşetli biçimde yok eden şey başkalarının ondan bakışını çevirmesidir. kayıtsızlık, bir tür ölüm deneyimidir.