Bu dünyayı sırtında kambur gibi taşıyan, kendisi de bu dünyaya kambur olan bir adamın düşüncelerinde anlamlı (belki de Kambur, deli olduğu için bu kadar anlamlıdır), kendimizden bir şeyler bulabileceğimiz ve belki bulduğumuz şeyden rahatsızlık duyarak pek de memnun olmayacağımız ufak…devamıBu dünyayı sırtında kambur gibi taşıyan, kendisi de bu dünyaya kambur olan bir adamın düşüncelerinde anlamlı (belki de Kambur, deli olduğu için bu kadar anlamlıdır), kendimizden bir şeyler bulabileceğimiz ve belki bulduğumuz şeyden rahatsızlık duyarak pek de memnun olmayacağımız ufak bir geziye çıkıyoruz. Kendisi henüz 18 yaşındayken kaleme aldığı bu eserle, eşşek kadar insanların (benim yani) elinden tutup böyle bir geziye çıkaran Şule Gürbüz'e ne denebilir ki? Yazarın yaşını öğrenince daha da etkileyici oldu kitap benim için. Yazarı tanımam, etmem, ilk defa da bu kitabını okudum amma ecnebilerin "built different" dedikleri türden bir insan gibi hissettirdi bana. (Belki de ben 18'imde fazlasıyla gamsız bi' tip olduğum için abartıyorumdur, diyeceğim ama yok ya, sanmam.) Kitapta bazen bir cümleyi, içimde buruk bir hisle okurken, bir sonraki cümlenin saçmalığına hazırlıksız yakalanıp güldüğüm yerler de oldu. Bayağı sevdim, yeniden okurum diye düşünüyorum. Hatta yeniden okumak için şimdiden sabırsızlanıyorum. Bi' de şarkının sözlerinin Kambur'la pek alakası olmasa da kitapta bir Zakkum - Hipokondriyak havası vardı bence.
Kitapta en çok sevdiğim iki kısmı da ekleyeyim şüle:
"Yaptığım benzer işler rastlantı ya da dalgınlıktır – başka değil. Her sabah üzümlü kek yediğimi sanırım, ve birine söyleyebilseydim, böyle derdim: 'Ben her sabah üzümlü kek yerim; o kadar.' Karşımdakinin özelliğime, şaşmazlığıma... hayreti, hoşuma gider. Bu nedenle birisiyle yaşamak korkunçtur. Geldiğinde, üzümlü kek yemediğimi anlamasın diye, her sabah yemeye başlarım. Etken taraf ben olduğum için, o da yemeye başlar. Oysa iki üç gün sonra, zeytin peynir burnunda tüter, ve dördüncü gün beni terk eder. 'Oh' derim, benim de içim bayılmıştır. O kendi evinde, ben kendi evimde, birbirimizden habersiz, zeytin yemeye, avucumuza tuz döküp yalamaya başlarız."
"Çünkü insana doğumundan ölümüne dek bir müzik eşlik eder. Kimi insanların, hareketli ve neşeli; kimilerinin ise durgun ve ara sıra coşkun oluşu, kafalarındaki müziğe ister istemez uymak zorunda oluşlarındandır. Dengesiz bir yaşamda suç, o kimsenin müziğindedir – ne yapsın; tabii, bir yaptığı öbürüne uymaz. İşte bu uyuma uyumsuzluk denmesidir, kötü olan. Müzikte bir dakika, yaşamın bir yılına denk gelir. Kalın mi notası, palet olarak uzun süre çalınırsa, insanın o yıllarda hiçbir şey yapamadan çakılıp kalması, işten bile değildir. Solo kısımlara geçildiğindeyse, insana bir hareket gelir; kimilerine bir kez, kimilerine ise durmadan – ya da hiç. Cenazede bu müziği dinleyen, o insanın ağrılarını, kıpırdayamazlığını, nedensiz heyecan ve coşkularını anlayabilir; hiçbir şeyi gereksiz bulmaz. Nasıl yaşadığı ancak bu şekilde öğrenilebilir. Neden uzun ya da kısa yaşadığı da; müzik bittiğinde her şey biter çünkü. Nasıl öldüğümüz finalinde belli olur; sancılar ağır ağır tekrarlanarak mı, hiç biteceği yokken noktalanarak mı – en kötüsü bitip bitmediği belli olmadan mı...
İşte burada ne konuşma yapılır ne başka bir şey. Üst kata çalacak olan kimseler çıkar; alt katta dinleyiciler bulunur. Müzik bittiğinde, kalabalık sessizce dağılır. Yorgundur... herkes yorgundur bunca sözden sonra."