ÜTOPYA değil, DİSTOPYA da değil bu bir DÜŞTOPYA!! Black Mirror dizisini neredeyse herkes izlemiş ya da konularına hakim. Bu kitapta benim için öyle bir duruşa sahip. “Düşüncenin kara aynası..” Kitabın, daha doğrusu Montaigne’nin hangi denemesinden-öğretisinden bahsetmeliyim bilmiyorum. Kitapta o kadar…devamıÜTOPYA değil, DİSTOPYA da değil bu bir DÜŞTOPYA!!
Black Mirror dizisini neredeyse herkes izlemiş ya da konularına hakim. Bu kitapta benim için öyle bir duruşa sahip. “Düşüncenin kara aynası..”
Kitabın, daha doğrusu Montaigne’nin hangi denemesinden-öğretisinden bahsetmeliyim bilmiyorum. Kitapta o kadar çok “değişken-gerçeklik” var ki, hangisinden başlanmalı? Montaigne gibi biri, gerçek bildiği “olaylar-olgular-şeyler” bütününe kendine özgü muazzam farkındalıklarıyla bize fısıldama imkanı bulmuş.
Kitap, neredeyse yaşamlarımızda var olan “her şeyin” bir düşüncedeki özgün yansıması(Montaigne aynası), bir bireyin tamamıyla kitaplaşma-yazıya dökülmesi olduğu için belli bir konusu yok. Tıpkı, bir insanı sadece bir özelliğiyle tanımlamanın yanlış olacağı gibi, kitabı da bir-birkaç denemesi üzerinden yorumlamak bir o kadar yanlış olacaktır. Bu yüzden geneli ithafen yorumlamam gerektiğini düşünüyorum.
Thomas More’un Ütopyası, Campanella’nın Güneş Ülkesi ve benzeri bir kaç kendi ütopik dünyasını oluşturan “büyük” yazarlardan farklı olarak Montaigne’de bir evren oluşturmuş ancak bu oluşturduğu evren kendi düş dünyasındakinden daha fazla neredeyse herkesin karşılaştığı-içinde bulunduğu dünyanın bir aynası-kara aynası/belki de bunun adı Black Miror!!
Öyle ki; kitabı kendine rehber edecek bir tarafı yok, en azından benim için. Çoğu anlatılarında farklı düşündüğüm yerler de vardı. Onu önemli kılan da buydu. Kendisinin de önsözde belirttiği gibi, birilerini etkilemek veya ders vermek için değil kendini anlatabilme kaygısı üzerinden yazılmış denemeler. Önsözün bu kısmını okuduğuktan sonra tek düşündüğüm şey; ilkel-arkaik tarzının mükemmelliğiydi. Bir filmde mi bir yerde mi okumuştum bilmiyorum ama bir söz şöyle diyor, “İnsan, kalbi durduğunda değil; adı son kez anıldığında gerçekten ölürmüş.” Sanırım Montaigne’ın yaşam-ölüm arasındaki bağını kendisi için en güzel şekilde ifade eden insanlardan biri.
Yıllarca farklı tür-düşüncelerde kitaplar okudum. Montaigne hiç okumamıştım. Sanırım, fazla popüler olmasından kaynaklanıyordu. Kitap çevrelerince çokça bahsedilip övülmesi ve bu çevrenin, içinde yaşadığımız bu dönemlerde çok ta sağlıklı olmadığı kanısına sahip olduğumdan dolayı, okumam için çokta çekici gelmemişti. Ancak, geçenlerde yeni tanıştığım ve beni bu platformla tanıştıran @thalassophile nin önerisi üzerine kitabı alıp okudum(tekrardan teşekkürler :) ).
Not: kitabı okumadan önce, Montaigne’ın hayatı ve kişiliği üzerine biraz bilgi edinmek için küçük bir araştırma yaptım. Kötü olan da, çoğu yerde karşılaştığım; “kadına dair” düşüncesinin olamayacak kadar olmamasıydı. Bu durum bana Aristo’yu anımsattı.
Oldukça derli toplu yazılan hazırlanan bu esere yapılması-yapmam gereken daha epeyi yorum olması gerekirken, bölük pörçük biraz da dağınık yaptığımın farkındayım. Belki bir ara bir daha okuyup daha anlaşılır (derli toplu) bir şeyler yazabilirim.
Son olarak, bir düşünüre oldukça yakışan kitaptan bir sözünü bırakmak istiyorum. “Elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım. Ama beni dinlerken Apollon'u dinlediğinizi sanmayın ve söylediklerimi gerçek kabul etmeyin; zavallı bir faniyim ben ve varsayımlarla gerçeğe benzeyen şeyi bulmaya çalışıyorum.”