bir ilişkiye başlarken hep sonunu düşünmek ya da tüm bu ilişkilerin bir gün bitecek olduğunu hatırlamak ve kendine sürekli bunu hatırlatmak dayanılmaz bir ıstırap. hayır, ben anda yaşamıyorum ben geleceğin peşin hükmün verirken canına okumuş bir yargıcım. filmin ilk on…devamıbir ilişkiye başlarken hep sonunu düşünmek ya da tüm bu ilişkilerin bir gün bitecek olduğunu hatırlamak ve kendine sürekli bunu hatırlatmak dayanılmaz bir ıstırap.
hayır, ben anda yaşamıyorum ben geleceğin peşin hükmün verirken canına okumuş bir yargıcım.
filmin ilk on dakikasında izlemekte doğru karar verdiğimi söylemiş ve kendimi tebrik ederek devam etmiş diğer yirmi dakikasında kapatmalı mıyım acaba diye düşünmeyi bir kenarıya atarsak her şey olası bayağılıklar içeriyordu. tıpkı tanımadığımız ama varlığını hissettiğimiz diğer tüm insanların yaşamları gibi.
julie’nın ikilemlerinin dışavurumu dokunsam tutabileceğim kadar yakındaydı bu beni onu anlamakta zorluk çekmeme engel olurken konu romantik yaşamına geldiğinde kıvrandım ekran başında.
yanlış ya da doğru, kötü ya da iyi yoktu. bundan mütevellit kalıplı bir yargıdan çok olayların ufacıklığı ve normalliği üzerinden kendi ahlaki yargılarımıza göre julie’yı damgalamayı bize bırakmış yönetmen.
yönetmen demişken çekim açıları ve filmin kumaşı tanıdık hisler uyandırdı bende. sonra erkek oyunculardan birini gözüm ısırdı derken biraz portfolyoyu karıştırmamla oslo 31 ağustosla burun burna geldim. iki filminde yönetmenleri, çekildikleri şehir, ön plana çıkan erkek oyuncunun aynılığı beni filmleri kıyasa sokmama sebep oldu. neredeyse aynı sayılabilecek mekanlardaki insanları göze aldım.
oslo 31 ağustos birey üzerinden yabancılaşmayı anlatırken, dünyanın en kötü insanı ise bir yaş durumu sunuyor bize. 30-40-45 sürekli bu yaşlar üzerinden öğrenme arzusunu taşırıyor. julie film boyunca neyin peşinden tutkuyla tutunacağını kestiremediğinden tutunamıyor ama düşmüyor. düşse bile canı acımıyor, ararken acıyor çünkü. belki de ilişkinin sonunu düşünüyor başlarken ya da ben düşünüyorum yalnızca bunu. julie üzerinden kendime çamur atıyorum içten içe.
ilişkilerinden alacağı zevkin bir gün onu harap edip biteceğini düşünerek oradan oraya zıplıyor, belki yanlış kararlar veriyor ya da doğru. kalıbı yok çünkü biricik bir yaşam bu. senin, benim, onun yargısına değer göstermeyecek bir harabe yaşam. tıpkı hepimizin hayatı gibi.
baba problemi dediğimiz psikolojik bilinçaltı filmde bence olması gerektiği doğallığındaydı. şu aralar sektörler arası ciddi bir psikolojik mastürbasyon var bu konuda. abartıya vurulmuş acıklı empati duygunuza zelzele geçirtecek ebeveyn problemleri gözümüze sokulduğundan julie’nın baba problemi sokaktan geçen beş kişinin ikisinin yaşayabileceği kadar doğal bir durumdu.
bence julie’nın bunu keşfedişi, kadınsallığı, çocuk temelli problemleri, kendini ailesindeki diğer kadınlarla yarıştırıp tüm eksiklerinden dolayı küçüldüğünü hissediyor oluşu hepsini harmanlayarak farkındalığa açılması ona ağır geldi.
julie bir yana filmdeki batı empatisini sömüren krizlerin yerden yere vurarak süründürülmesi dahası hiciv yeteneğinin çok inceden izleyiciye batırılması geri planda kalsa da beni çok keyiflendirdi.
julie’nın enerji dolu ve pencerenin dışında kalmış gözlemci hali, tatminsizliklerinin yalınlığı, korkuları samimiydi. on iki bölümünün her birinde onu anlayamadım, her birinde onu duyumsadım.
en çokta sihirli mantarları çiğnediğinde.