Bu animasyonun tam olarak çözemediğim garip bir çekiciliği var. Herkese hitap edebileceğini sanmıyorum, alegorik anlatımlı yanı ağır basıyor ve açıkçası ilk başta ne anlattığı belli değilmiş gibi, ne izlediğimi çözmem de biraz zamanımı aldı 😅 İtiraf etmeliyim, filmde anlam aramak…devamıBu animasyonun tam olarak çözemediğim garip bir çekiciliği var. Herkese hitap edebileceğini sanmıyorum, alegorik anlatımlı yanı ağır basıyor ve açıkçası ilk başta ne anlattığı belli değilmiş gibi, ne izlediğimi çözmem de biraz zamanımı aldı 😅
İtiraf etmeliyim, filmde anlam aramak ara ara samanlıkta iğne aramak gibi hissettirse de ben bu histen keyif aldım, üzerine düşündükçe pek çok detay buldum ve sanıyorum bulduklarımı da fevkalâde sevdim.
Üç bölümü de ayrı ayrı beğendim ama bölümleri sıralayacak olursam bendeki beğeni dizilimi 1>3>2 yönünde olur. İkinci bölümün mideye azıcıkın garezli bir tarafı var gibiydi, çok hoşlaşamadım o yüzden 😂
Felsefik ve psikolojik olağanüstü çıkarımlarıma geçmeden önce not düşmeliyim ki stop-motion zaten fazlasıyla emek isteyen bir teknik olduğundan bu tarz içerikler ayrı bir hoşuma gidiyor ama bundan bağımsız gerçekten güzel bir çekim ortaya çıkarıldığını düşünüyorum; ışıklandırmalara ve müzik uyumuna mest oldum, baştan sona şu 👀 şekil izledim.
Şimdi geleyim derunî, fevkalâde çıkarımlarıma ahahajjsjs
Evet, evet, buradan sonrası mayınlı bölge. Spoiler bitim noktasına kaçınız ⚠️
.
.
.
.
.
.
.
Öncelikle üç bölümde de ortak bir kapitalizm eleştirisi ön plana çıkıyor ama benim çıkardığım genel bir düşünce, daha doğrusu bir soru var: Hayattan en çok istediğimiz şey aslında en çok ihtiyaç duyduğumuz şey midir? Ben üç bölümün de bu soruya yönelik bir eleştirisi olduğunu hissettim.
Hikayeler geçmiş, günümüz ve gelecek şeklinde sıralanmış. İlk hikaye kıyafetlerden anlaşıldığı üzere eski bir dönemde geçiyor, ikincisi teknolojik aletleriyle günümüzü çağrıştırıyor, üçüncüsü ise her taraftan suların yükseldiği kıyamet sonrası minvalinde bir dönemi sunuyor. Her bölümün başlangıcında gösterilen saatler de bunu doğrular nitelikte. Hatırlarsanız ilki 12'yi gösteren kurmalı antika duvar saatiydi, ikincisi sabah 6'yı gösteren dijital saat, üçüncüsü ise sanırım öğleden sonraki bir zaman dilimini gösteren güneş saatiydi. Bu saatlerin detayından çıkarılabilecek bir mânâ varsa muhtemelen o iğneyi samanlıkta kaybetmişim, bulamadım, ola ki siz bulursanız ve yoruma ekleyebilirseniz çok sevinirim efenim. :)
Ayrıca bu saatlerin yanında şiirsel cümleler de mevcuttu:
I) "And heard within, a lie is spun"
(Duyulur içten içe bir yalan örülür)
II) "Then lost is truth that can't be won"
(Kazanılamayan gerçek kaybedilir)
III) "Listen again and seek the sun"
(Tekrar dinle ve güneşi ara)
Bu farklı zamanlarda gerçekleşen hikayeler aynı ev üzerinden birbirine bağlanıyor. ilk hikayede yanan evi ikinci hikayedeki müteahhit fare onarıyor ve sonunda kemirilerek harap edilen evi son hikayedeki kedi eski ihtişamına kavuşturmak istiyor.
Şimdi daha detaylı bakacak olursam ilk bölüm çekirdek aileye odaklanan bir noktada, ikinci bölüm bireyin yalnızlığına, üçüncü bölümse dostluk kavramına...
📍 Tabii tek bulduğum iğne bunlar değildi, dahası da var. Sırayla gidelim, ilk bölümde bulduğum bir diğer iğne: Açgözlülük.
Sahne mütevazı bir evde kendilerine gözlerden uzak, sıcacık bir yuva kurmuş dört kişilik ailenin misafirperverliğiyle başlıyor. Gelen misafirlerse eleştirilerle dolu, adeta zehirli sivri dillere sahipler.
Zengin, agresif ve negatif misafirler ile fakir, sıcakkanlı ve nazik ev sahipleri arasındaki çatışmanın soğuk rüzgârları evin içerisinde esmeye başladığında anlıyoruz ki evin en çok iki küçük çocuğunu titretecek o rüzgârlar...
Gecenin sonunda onuru kırılan baba, kaybettiği saygınlığı daha büyük, lüks bir evle kazanabileceğine inanmış hâlde savrulmaya başlıyor. Para ve maddiyat araç olması gerekirken bir amaca dönüşüyor. Bu maddi olarak kendini kanıtlama amacı da en sonunda adam ve karısının tükenişi oluyor. Bu açıdan birer eşyaya dönüşmeleri metaforunu sevdim, eşyanın kölesi olmayı hissettiren güzel bir detaydı.
Aynı zamanda bu metafor, maddiyatla mutluluk arayışında insanın ne kadar kolay sömürülebildiğini ve bu arayışın hayatta gerçekten önemli olan şeyleri ne kadar hızla yozlaştırabildiğini de gösteren bir mesaja sahipti, bu açıdan güzel olduğu kadar etkileyici bir detaydı da...
Ve olan iki küçük çocuğa oldu, üçüncü şahısların dilleriyle çatlayan yuvaları anne ve babanın lükse açgözlüce hipnoz olmalarıyla tamamen yıkıldı. Maddi arzularının esiri olan aile, gizemli ve ürkütücü mimarın teklifini kabul etmeleriyle sömürüye açık hâle geldi ve asıl önemli olan aile bağlarını ve çocuklarını öncelemeyi ihmal etmeye başladılar. Sonuç, ebeveynlerin ilgisizlikleriyle aynı evin içinde kaybolan çocuklar oldu.
Bodrum katında eski evlerini bulmaları, çocukların geçmişe olan özlemleriydi çünkü özellikle Mabel'in gözünde o eski ev, içerisindekilerle, sahip olduklarıyla fazlasıyla yeterliydi ve baba parça parça geçmişlerini, nesillerdir ellerinde olan değer verdikleri, sevdikleri her şeyi şöminede yakmaya başlamasıyla çocuklar labirentte gibi yollarını iyice kaybettiler.
Bodrum ve çatı, ikisi de kuytu, köşe... ve fazlalıkların depolandığı alanlar ama ufak da olsa aralarında farklılıklar var gibi. Mesela bodrum evin en alt tabakası, fakirlikle bağdaştırabiliriz. Çatı katıysa en üst katman. Yükselişi, zenginliği çağrıştırabilir.
Ayrıca bodrum katı geçmişleriydi, çatı katıysa bana geleceği hissettirdi. Geçmişleri yıkılıp, yakılıp kaybolduğunda gelecekleri de sağlamlığını yitirdi, merdivenler kayboldu, yönler karıştı, çocuklar nereye gideceklerini şaşırdı...
Böylece ilk hikayede, içten içe duyulan dışarıdan onaylanma arzusunun yol açtığı zenginlik ve sosyal statü arayışının yalanıyla örülen yanılsamalar, yalnızlığı doğurdu; ebeveynlerinin hatalı başarı hedefleri iki küçük çocuğun muhtemel bir trajediyle karda mahsur kalmalarına neden oldu ve hikaye ardında şöyle bir soru bırakarak noktalandı: Bu kadar değer verdiğin bunca şey yansaydı geriye ne kalırdı?
📍 İkinci hikayeye geçersek burada bulduğum da insanın içini kemiren türden bir iğneydi: Özgüvensizlik
Bu kısımda yenilediği evin satışı habersiz misafirler tarafından kesintiye uğrayan bir farenin hikayesi işlenmiş ve burada da belirgin mesaj, hayattaki yanlış önceliklerin ne kadar çabuk acı verici bir son getirebileceği yönünde... Hikaye ilerledikçe faremizin sosyal iletişim ve bilişsel becerilerinde oluşan gerileme göze batıyor, hatta en sonunda en ilkel denilebilecek bir formuna dönüşüyor.
Bütün yatırımını, her şeyini bu eve harcayan faremizin evi yüksek bir kârla satma gayesi, uğradığı kafkavari böcek istilasıyla ulaşılması imkansız bir hâl aldığında sadece maddi arzularını ve hırslarını tüketmekle kalmıyor, telefondakinin sevgili gibi konuşarak rahatsız ettiği dişçisi olmasından anladığımız üzere yaşadığı derin yalnızlık ve mali çaresizlik kendine dair her şeyi, tüm benliğini de tüketiyor.
Bu açıdan bölüm sonuna dair iki farklı okuma yapabiliriz: İlki Kafka'nın dönüşümü gibi bir son olarak bakabiliriz, diğeri ise faremizin boğuştuğu kötü mali durumunun içinden çıkamayışından ötürü sosyal ve ekonomik kaygılarla git gide akıl sağlığını kaybederek böceklerin eve gerçekte nasıl zarar verdiğine dair bir halüsinasyon gördüğünü düşünebiliriz.
Kısacası bu bölümün odaklandığı nokta "İnsani bağlar ve iletişim gibi en temel ihtiyaçlarımızı göz ardı ederek kapitalist bir hedefe benliğimiz pahasına ulaşsak bile bundan keyif alabilecek ne kalır ki elimizde?" sorusu oluyor.
Ayrıca ilk bölümde yanlış hedefler aile bağlarını, insani bağları zedeleyerek yanlızlığı doğurmuştu; bu bölümde ise bu bağlardan mahrum kalarak yalnızlaşan bireyin akıl sağlığını yitirişini gördük. Maddi arzularla içten içe örülen yalanımız bu bölümde bir sis gibi zihnimize yayılmaya başladı ve bizi kazanılamamış bir kayıpla yüzleştirdi. Peki, nedir bu kazanamadan kaybettiğimiz gerçek? Buna benim cevabım, yüzleşmekten kaçındığımız mevcut duruma ve kendi benliğimize dair kazanamadığımız farkındalığımızı kaybetmek gerçeği olabilir.
İyi, hoş da özgüvensizliği bunların neresinde buldun derseniz de unutmadan onu da ekleyeyim hemen. Kendi öz benliğine dair farkındalığının azlığı, evi düşük bütçeyle yenilemek için pek çok şeyde kolaya kaçışı, dişçisini ve eve bakmaya gelenleri rahatsız eden tavırları ve evi satmak uğruna o garip çifte dair sezgilerini görmezden gelişi gibi detaylar genel olarak bana faremizin özgüveninin zayıf olduğunu hissettirdi, tıpkı böceklerin evi kemirişi gibi bu duygunun da farenin içini kemirdiğini düşünüyorum.
📍 Gelelim üçüncü hikayenin iğnesine: Gelecek kaygısı...
(Yine düşük çenemle 5000 karakter sınırını aştığımdan devamı yorumda :)
.
.
.
.
.
.
.
⚠️spoiler bitti⚠️
Film, genel itibariyle bir evin sevginin olmadığı bir yere dönüştüğünde sadece bir tuğla yığını olduğunun ve maddi hedefler yerine insani ilişkilere öncelik vermenin önemini vurguluyor.
Daha doğrusu ilk ikisi, güvensizlikten dolayı lükse ve maddiyata yatırım yapmanın uyarıcı hikayeleriyken sonuncusuysa bu korkulardan kurtulmanın ve sevdiklerimizi evimiz olarak kabul etmenin kuvvetli vurgusunu yapıyor.
Velhasılıkelam ele aldığı bu mesajlarla bana kendini layıkıyla sevdiren ama tuhaf, enteresan ve cazip bir film olarak hafızamda yerini aldığını söyleyebilirim.
8/10
⭐⭐⭐⭐⭐⭐⭐⭐☆☆