Ah Charles, vah Bukowski. Bukowski bana kalırsa marjinal ötesi bir yazardır. Günümüz gençlerinden birinin keşfetse bininin elinden düşüremeyeceği tarzda bir yazar. Tıpkı Hakan Günday gibi fakat ülkemizdeki Günday aşıklarının eline en sade “pis moruk” kitabını versek satır aralarında alkol komasına…devamıAh Charles, vah Bukowski. Bukowski bana kalırsa marjinal ötesi bir yazardır. Günümüz gençlerinden birinin keşfetse bininin elinden düşüremeyeceği tarzda bir yazar. Tıpkı Hakan Günday gibi fakat ülkemizdeki Günday aşıklarının eline en sade “pis moruk” kitabını versek satır aralarında alkol komasına girerler. Bukowski pek garip bir adamdır. Velhasıl kendisi arkadaşının düğününde sarhoş olup rahipten dayak yemiştir. Ne açıdan bakarsak bakalım Bukowski dünyanın en önemli yazarı değil, öncesinde ve sonrasında benzer eğilimlere sahip pek çok önemli yazar var. Ama bu kanımca bir yazarla gönül bağı kurma meselesi ile ilişkili bir durum. Şu ana kadar kitaplarını okuduktan sonra sevsin sevmesin aklına Bukowski’den bir cümle gelmeyen kimseyi tanımdadım.
“Tanrı beni yanına almıyor çünkü işini elinden alacağımdan korkuyor.”
Bukowski babası tarafından hep dayak mağduru olmuştur. Babası, Bukowski’yi dövmek için mazeret bulan ve bu mazeret sonucu onu ustura kayışıyla tuvalette döven korkak bir işgal ordusu askeridir. Annesi ise kendi tabiriyle tam bir “alman kaltağı”dır. babasının ona yaptıklarını görür ve babasına hak verir. Bukowski hayatı boyunca fiziksel olarak çok çirkin birisi olduğundan bahseder, gençliğinde neredeyse vücudunun tamamını dolduran çıbanlar ile mücadele etmiş, okula gitmeyip hastanede ki hemşirelere çıbanlarını patlattırmıştır. Bukowski yaşadıkları üzerine tam anlamıyla bir kabadayı olmuştur. Çevresinde onu seven ya da sevmeyen kimseyi istemeyip kocaman sokakta tek bir kaldırım taşı olmayı benimsemiştir. Doğru ya da yanlış umursamadan ilkokul öğretmenine “sevişelim mi?” diyecek kadar cesaretlenmiştir. Alkol etkisiyle baygın olduğu bir gün tecavüze uğramıştır, binlerce fahişe ile birliktelik yaşamıştır, gençliğinde intihar meyilli olmuş ve bir keresinde oturduğu evi gazla doldurup uyumaya teşebbüs etmiştir, sonrasında ise uyanıp bunun çok saçma olduğunu dile getirip gazı kapatıp camları açmıştır.
“Havagazı ile intihar etmeyi denemiş, başarısız olmuştum. Ama başka bir sorunum vardı. Sabahları yataktan çıkamıyordum. Nefret ediyordum yataktan çıkmaktan. Herkese 'insanlığın en büyük iki icadı; yatak ve atom bombasıdır' diyordum. Deli olduğumu düşünüyorlardı. Çocuk oyunları, ömürlerini çocuk oyunları oynayarak geçiriyordu insanlar. Hayatın dehşetinden etkilenmeden rahimden mezara gidiyorlardı.”
Bukowski’yi severim; gecelerime ayrı bir tat katar kitapları. Uyuyamadığım zaman içmeye çağıracağım bir arkadaşım yok, zaten içmeyi de sevmem; yine de Bukowski’nin seyyar şarap biftek masasıyla beraber kitaplığımda dolaşacağını hep bilirim. Her ne kadar bu sözleri sarfedebilsem bile Bukowski’yi uzun uzun okumak artık bana karmaşaya bir anlam katmaya çalışıyormuşuz gibi geliyor. Belki gün geçtikçe yaşlandığımdan ve anlayışsızlığımın artışındandır fakat sanmıyorum. Yaşadığı hiççi ve hatta anarşist hayat örnek alınıp, peşinden gidilecek, ilham alınacak bir hayat değil. Hayata bakışı da öyle. Hani her ortamda bir arkadaş vardır, fikirleri değerlidir fakat gelecekte kendisinden hiçbir şey olmayacağını gözlerine bakarak görebilirsin. İşte Bukowski tam olarak da o arkadaş benim için. Serseriliğine lafım yok. Bilindiği üzere edebiyat tarihinin en garibanlarındandır. Ergenliğimin bir bölümünü bu adamın hikayelerini ve şiirlerini ezberleyerek geçirdiğimi itiraf edeceğim. Neyse ki bu bölüm kısaydı ki şu an İnci Sözlük yazarlığı yapmıyorum.
“Saatin alarmı var fakat asla kullanmam. İnsanın düzenini içgüdüleri belirler. Gerizekalı herifin teki bana para veriyor diye kalkacak değilim. Bedenim ne isterse o olur. O şimdilik bir birayı tercih ediyor. Evet sabahtan başlıyorum. Alkolik ölsem ne yazar? Hiç değilse kafam iyi giderim.”
Bukowski yazmaktaki asıl amacının kendini anlamlı bir biçimde ifade etmek ya da hayranlarının akıl sağlığını korumak için değil de para kazanmak olduğunu söylemiştir. Açıkçası bu durum saygımı pek azaltmıyor, hala gözümde aynı yazar. Bazen post-modern yaftası kullanılır Bukowski adına. Fakat şaşırmadım, günümüzde her marjinal yazar bir şekilde post-modern oluyor. Şüphesiz en sevdiğim yazarlardan Oğuz Atay’ın klasmanı post-modern yazara girerken ben şahsen asla düşünmüyorum Atay’ın post-modernlik ile bir alakası olduğunu. Kendisine sorsak “hassiktir oradan albayım” derdi büyük ihtimalle.
“Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi, makbul biri değilim. Kötü adamı sevdim hep, kanunsuzu, hergeleyi. İyi işleri olan sinek kaydı traşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları. İlgimi çekerler. Küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar. Adi kadınlardan da hoşlanırım; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan. Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni. Serserilerin yanında rahatımdır, çünkü ben de serseriyim. Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem. Toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam...”
Açık sözlülüğü ve çarpıcı dili beni içine çekmeyi başarır Bukowski. Ele aldığı ilginç temalar anlatımı ile birleşince ortaya enteresan bir maya çıkıyor. Çok iyi ya da poğaça bile olmayacak kadar rezalet. Bu yüzden çok seveni, çok da nefret edeni var. İlginçtir ki, sevenlerinin bir kısmı onun gibi yaşama gayreti içerisinde. Bu tür bir gayret içerisinde olmalarını gerek yaş, gerek toplumsal konumdan ötürü normal karşılıyorum fakat kendi ölçülerinde olması kaydıyla. Bu da bir hayat biçimi. İnsanın doğasında serserilik varsa, bunu Bukowski gibi ilginç bir figürü örnek alarak cilalaması bir noktaya kadar anlaşılabilir. Öte yandan "kendimi ibne gibi hissediyordum ama bu hiçbir şey hissetmemekten daha iyiydi" diyen his manyağı bir adam Bukowski'nin ahlak dışı kürkünü üzerine giymeye hevesli, entellikten olabildiğince uzaklaşmaya çalışırken zamanında beş liraya kiralanan ucuz Yeşilçam filmleri kadar sıkıntı verdiklerine inandığım bir çok yapay herif dolu etraf.
“Yaşa, öl, gömül. Kalanlar arabalarının yağını değiştirir, pasta cila çeker, düzüşür belki. Uyur. Yumurtalarını sahanda, rafadan ya da omlet olarak söyler...”
Son olarak, Bukowski benim onu okuduğum yaşlarda yaşama sevincini kaybettiğinden bahsediyordu. Ben ise hayat doluydum o yıllarda. Bir şekilde mutluydum. Bukowski perdeleri kapatıp saatlerce yataktan çıkmadığından bahsediyordu. Ben sabah olduğunda dışarı fırlar ağacın altında onun kitaplarını okurdum. Bukowski insanların güvenilmez, aptal ve kötü olduklarından bahsederdi. Ben hala insanlardan medet umardım. Birbirimizle alakamız yoktu. Fakat onun tüm bunları anlatış biçimi benim hoşuma gidiyordu. O kavga adamıydı, kelimeleri bir boksör gibi sağlı sollu sallıyordu hayata karşı. Ne yaparsa yapsın yenemeyeceğini, hayatın bir gün onu nakavt edeceğinin bilincindeydi. Yine de dövüşüyordu. O günlerde bunu okumak acayip keyiflendiriyordu beni. Gecenin olmasını, hikayelerinden birini açıp bu amansız mücadeleyi izlemeyi sabırsızlıkla bekliyordum. O yıllarda farkında olmasam da gerçek hayat Bukowski’den daha can sıkıcıydı. İnsanın kendine bir sığınak inşaa etmesi gerektiğini ve ilk fırsatta oraya kaçıp sığınması gerektiğinin farkında değildim. Lakin farkında olmadan bir sığınak inşaa etmiştim kendime. Geceleri kitaplara sığınıyordum. Tıpkı Bukowski’nin babası saat akşam 8’de ışıkları kapatıp onu yatağına mahkum ettiği, Bukowski’nin de battaniye altında küçük bir lambayla kitap okuduğu gibi. Onun da sığınağı vardı çocukluğunda. Benim sığınağım onun dünyasıydı. Çünkü kelimeler yumuşaktır. En sert yaşanmışlıklar bile güzel bir üslupla anlatıldığında insana ninni gibi gelir. Edebiyatın büyüsü de tam olarak burada saklıdır…
“Sevmeyi falan değil, yalnızlığı öğren. Çünkü zor zamanlarda, en çok ona ihtiyacın olacak.”