“Her insan yeryüzüne Tanrı’nın iradesiyle gelmiştir. Tanrı da insanı öyle bir şekilde yaratmıştır ki, insan kendi ruhunun mahvına ya da kurtuluşuna sebep olabilir. İnsanın hayattaki görevi ruhunu kurtarmaktır ve bunu yapabilmesi için de “dindar” bir hayat sürmesi gerekir, “dindar” bir…devamı“Her insan yeryüzüne Tanrı’nın iradesiyle gelmiştir. Tanrı da insanı öyle bir şekilde yaratmıştır ki, insan kendi ruhunun mahvına ya da kurtuluşuna sebep olabilir. İnsanın hayattaki görevi ruhunu kurtarmaktır ve bunu yapabilmesi için de “dindar” bir hayat sürmesi gerekir, “dindar” bir hayat sürebilmesi için de hayatın bütün zevklerini terk etmeli, bir işte alın teri dökmeli, alçakgönüllü olmalı, acı çekmeli ve merhametli olmalıdır.
.
.
.
Artık durumum öyle bir hâl almaya başlamıştı ki, beni hayvanlardan ayıran özelliğimle, aklımla bir şeyler yapamıyor, düşünemiyor, hareket dahi edemiyordum. Kendi kafamdaki bazı varoluş kriz silsileleri arasında kaybolmaya yüz tutmuş birine dönüşmeye başlıyordum.
Ne çevremdekiler bendeki bu değişimi anlıyordu ne benliğim ne de herhangi başka bir şey. Bendeki bu durumu gören herkes “Bu yaşta ne gibi bir derdin olabilir ki?” diyerek zaten bozulmuş akıl sağlığıma bir darbe daha atıyorlardı. Artık yemeden içmeden kesilmiş, sadece kafamda yer edinmiş, bir türlü susmayan sesleri susturmaya çalışıyordum var gücümle. Oysaki şuradan şuraya gitmeye takatim bile yok denecek kadar azdı. Çünkü bu yaşımda bu varoluş sancılarım ağır geliyordu, hem ruhuma hem de sağlığıma.
Ve işin en kötü tarafı da Tanrı’da elini eteğini benden çekmiş, beni kendi halime bırakmıştı. Sadece seyretmekle yetiniyordu. Ne bir işaret ne de bir ipucu gönderiyordu bana. Gerçek manada yapayalnızdım.
Ben ve bir çocuğun dahi basitçe sorduğu -bana göre koca bir karmaşaydı bu sorular- cevapsız sorular kalmıştık o odada.
Sorularıma bilimle mi cevap aramalıydım yoksa beni sadece izleyen bu koca düzen sahibinin diniyle mi? Bir soru daha eklenmişti bu karmaşamın içine.
Ama benim asıl sorunum “neden varım, amacım ne?” suallerime karşı bilimin bile yetersiz kaılışıydı. O halde tek bir yol kalıyordu geriye: Yarın yamalak olan dinimi sağlam bir zemine oturtarak tekrardan sağlaştırmam. Yani yaratıcının dini.
Bana tekrardan bu şansı O vermişti, beni sadece izlemekle kalmayıp kendini bana hatırlatmaya çalışıyordu. Bu fikri kafama o koymuştu. Yoksa her karmaşanın sonu en nihayetinde zaten O’na mı çıkıyordu?
Tek bildiğim içimin tekrardan -eskisi kadar olmasa da- huzurla ve yaşama sevinciyle dolmaya başladığıydı ve bu hissiyatı bir daha kaybedemezdim. Yoksa bu sefer ruhumu kaybedecektim sonsuza kadar.
Durup düşünmeye başladım. İnsanlarla olan mecburi muhabbeti de kesip sadece düşünüyordum. Bir şeyler seyrederken, yemek yerken, yürürken hatta rüyalarımda.
İnsanlaşmaya başlıyordum tekrardan, yavaş yavaş. Çünkü bu sefer her şey kafama yatmalı ve bir pürüz kalmamalıydı. Ruhumu ayakta tutan o tek kolonu da çökertmemeliydim, sağlamlaştırmam gerekiyordu. Tek gayem buydu.
Gaye demişken, artık sadece düşüncelerle savaşmıyor, bir amaca yönelik hareket ediyordum. Amaçsız bir asalak değildim artık.
Peki yolun sonunda ne oldu?
Buna henüz bir cevap verecek güçte ve vaziyette değildim. Çünkü hâlâ yürüyor ve yolun sonuna gelene dek sorularıma cevap aramaya devam ediyordum. Kısaca yolun sonuna boş ve başarısız birini göndermek istemiyordum.
Yaşadığım süre boyunca çeşitli ve bol sayıda başarısızlığa uğramıştım zaten, tekrarlanmasından korkuyordum.
.
.
.
Tolstoy’u okurken zaman zaman en elzem olan aklımı bile bir köşeye koyarak sadece ruhumla okuyup anlamaya çalıştığım sorgulamaları oldu. Zira öylesine ruhuma dokunan sözleri vardı ki, okurken yer yer kendimden ve düşüncelerimin sapkınlığından utandım. Bu utanç belki kısa bir süre yüzümde yer edinecektir fakat ruhuma işlenen tek bir kısım var ki, işte o ne zaman geçer tam olarak kestiremiyorum.
Öyle sözler öyle düşünceler ve öylesine sorgulamalar vardı ki kendi sorularımı bırakıp Tolstoy’la birlikte onun kendi yaşamının sorularına cevap aramaya çalıştım.
Bu kitap bana bilgi ve kültürlenme açısından ne kattı bilmiyorum ama beni bana kazandırdı. En azından kendimi kazanmama küçük de olsa bir kapı araladı. Ki ben o kapıyı daha bulamamıştım, arıyordum.
Bir şeyi beğenme göreceli bir olgudur fakat bu kitap nesnel bir biçimde çok güzeldi.
Okuyun, anlayın ve gereken kişilere lütfen okutturun.
“‘ Hayattan uzaklaştığımız ölçüde hakikate yaklaşırız.’ diyordu Sokrates ölüme hazırlanırken. Biz, hakikate aşık olanlar, hayatta ne için çabalarız? Kendimizi bedenden ve onun yol açtığı kötülüklerden kurtarmak için! O halde ölüm bize geldiğinde nasıl mutlu olmayalım?”