İlacı zehirden ayıran dozudur, derler ya hani... İşte tam da bu sözün filmini çekmişler. Bu izlediğimiz, birbirlerinde var olmuş bir çiftin yine birbirlerinde yok oluşlarının hikâyesi... Sevgi, insanın en büyük yaralarının yegane ilacı... Aynı zamanda da zehiri olabilir mi? Şayet…devamıİlacı zehirden ayıran dozudur, derler ya hani... İşte tam da bu sözün filmini çekmişler.
Bu izlediğimiz, birbirlerinde var olmuş bir çiftin yine birbirlerinde yok oluşlarının hikâyesi...
Sevgi, insanın en büyük yaralarının yegane ilacı... Aynı zamanda da zehiri olabilir mi? Şayet ki doz aşımı olduysa sevgiye boğulan insan kaçar mı uzaklara? İnsan yollarda bulabilir mi her aradığını, veyahut her kaybettiğini? Peki ya, insanları bu denli yıpratan sahiden de sevginin aşırılığı mıdır, yoksa asıl, sevginin kendi zihinlerindeki yansıması, sevgiden ne anladıkları mı?
Biz kavramlarla düşünen canlılarız ve o kavramlara tecrübe ve gözlemlerimiz ölçüsünde mânâlar yükleyebiliyoruz. Sevgi=anlayış, sevgi=sadakat, sevgi=kıskançlık ve belki de sevgi=kavga, kaos... Sonucunda önümüze her insanda değişebilen binbir çeşit sevgi kavramı çıkabiliyor ve bu kavramların yansıması anlamlar iki insanda birbiriyle uyuşmuyorsa asıl sıkıntı buradan doğuyor gibi, sahiden ilginç...
Her şeyin aşırısı zarar olduğu gibi sevginin de aşırısının insanı içten içten tüketebilmesi ne garip ve bir o kadar da ürkünç...
Film tam olarak bu düşüncelerle çepeçevre dertop edilmiş bir vaziyette, durgunluğun o ıssız çöllerinde oradan oraya süzülen bir topak çalı misali hiçliğe savurup bırakıyor sizi. Hem de öyle bir hiçlik ki kelimeler kifayetsiz. Filmin o durağanlığında sadece karakterlerin ruh hâllerini hissederek nedenleri merak ediyor, sessiz sakin akışa kapılıp gidiyorsunuz.
Dolayısıyla filmin güzelliği anlattığından ziyade hissettirdiğinde. Duyguları ve ruh hâllerini güzel yansıttığını düşünüyorum. Dağılmış ruhların parçalarını teker teker toplayıp seriyor önümüze ama elimizde kalan yine bir dağınıklık, toparlanamamışlık oluyor. Ve en sonunda boğazınızda bir yumru misali çöküp kalıyor film.
Bu çöküp kalışın en büyük etkeniyse filmin sinematografik açıdan çok başarılı oluşuydu, diye düşünüyorum. Sahnelerin renkleriyle, açılarıyla, duruşlarıyla sanatsal bir büyüleyiciliği vardı. Misal; kadınla adamın camın ardından konuştuğu sahnede adamın yansımasının kadınla eşleşmesi hoşuma gitmişti, bir zamanlar anlaşan uyumlu iki insan ama araya girmiş mesafelerle birbirlerinden uzaklaşmış, adeta camdan hassas, kırılgan bir sınır örülmüş aralarına.
Ayrıca o bir türlü ulaşılamayan arazi, adamın eskiden sahip olduğu ve bir daha ulaşamayacağı şeyleri simgeliyor gibiydi. Eski günlere dönülemeyeceği gibi bir türlü varılamayan, varılamayacak bir arazi... Aynı zamanda bu arazi metaforu, hayata yeniden başlama, yeniden doğma isteği gibi de yorumlanabilir sanki.
Sonuç olarak insanın ruhuna gürültüsüz patırtısız inebilen ve indiği yerden de neleri nasıl anlatabileceğini bilen hoş bir filmdi. Filmin sonucunda da tıpkı hayat gibi, elimizde bir his kalakalıyor ve kalan öyle bir his ki bazı şeyler yarım kalmışlık hissiyatından gayrı elde bırakmaz ya başka bir şey hani, tam olarak öyle işte...
8/10
⭐⭐⭐⭐⭐⭐⭐⭐☆☆