Spoiler içeriyor
Bitirince ne hissedeceğimi bilemedim. Kalbimizin kapılarını, kendi duygularımızın ve arzularımızın yüzüne kapatıp üstüne binlerce kilit vurarak yaşamak... kendimizin farkında olmadan, yaşadığımızın farkında olmadan, en çok bilmemiz gerekenden bihaber olarak yaşamak... rutinlerin doğurduğu o sarı, bunaltıcı ve boğucu bıkkınlıkla ömür tüketirken…devamıBitirince ne hissedeceğimi bilemedim.
Kalbimizin kapılarını, kendi duygularımızın ve arzularımızın yüzüne kapatıp üstüne binlerce kilit vurarak yaşamak... kendimizin farkında olmadan, yaşadığımızın farkında olmadan, en çok bilmemiz gerekenden bihaber olarak yaşamak... rutinlerin doğurduğu o sarı, bunaltıcı ve boğucu bıkkınlıkla ömür tüketirken olağan olaylar içinde, birden olağan dışı bir kıvılcım çakması gönlünde ve o çakan kıvılcımın insanda oluşturduğu hayal kırıklığı, pişmanlık, ben boşuna yaşamışım hissi, her şeyden ve herkesten uzaklaşıp her şeye yeniden başlamak isteği... aslında insan olmak bu. Ama bunu, orta yaşlarının tam ortasında, onları yaşadıkları hayata sıkıca bağlayan kementlere sahip olan ana-babalar yaşayınca ben çok üzülüyorum. Çünkü hayata ne kadar sıfırdan başlayabilirler ki? Nereye kadar gidebilirler artlarında bırakmak istedikleri hayatları bir kenara koyarak? Veya insanın, böyle bir içsel yolculuğa çıkmak için gerçekten de her şeyi ardında bırakmasına gerek var mıdır?
İçinde o kıvılcımlar çakması suretiyle böyle bir maceraya atılan ana karakterimiz Lulu'nün tercihlerini asla tasvip etmesem de her şeyden kaçıp kurtulma, kendini keşfetme, sadece nefes alıp vermek değil de gerçekten yaşadığını hissetme ihtiyacını gayet anlayabildiğimi düşünüyorum ama çocuklu insanların kafalarına göre çekip giderek kendilerini keşfetme lüksleri olamaz, olmamalı. Pek çok detaydan, Lulu'nün hayatının yorucu ve zor olduğunu anlasak da birdenbire, habersizce çekip giderek üzerindeki bütün sorumluluğun, bin bir çeşit soru işareti ve endişeyle harmanlanarak on altı yaşındaki kızının üstüne yıkılması, kızına pek de "özgürleştirici" hissettirmemiştir diye düşünüyorum. Sadece çocuklarına karşı olan sorumluluğu da değil, eşine karşı sadakatini de bırakıyor bir kenara. Kocası ne iyi bir koca ne de iyi bir baba ama yine de aldatılmayı hiç kimse hak etmez sonuçta. Bu durumların "bir kadının kendini keşfi, özgürleşmesi ve yaşamaya başlaması" olarak sunulması benim hoşuma gitmedi. Aynı senaryoyu bir baba üzerinden düşünsek; rutine hapsolmuş, üzerine düşen vazifeleri yerine getiren bir baba, bir gün çocuklarını ve eşini, onlara haber vermeden terk ediyor, bu yolda eşini de aldattığı bir "kendini tanıma" macerası yaşıyor. Bu erkek birey için "ay ne kadar da cesur bir adım attı, çok ilham verici" diyebilecek miydik gerçekten de? Ben demem, diyemem, dersem şerefsizim diye İbrahim Tatlıses'e bağlamak istemiyorum ama mecbur bırakılıyorum ona bağlamaya...
Zamanında bir gönderinin altında denk geldiğim "çocuklarımı seviyorum, onları yaptığım için pişman değilim ama zaman zaman keşke çocuksuz olsaydım diye düşünmeden kendimi alamıyorum" minvalindeki yorumu ansıdım çoğu zaman okurken. Ebeveynlik ne zor iş ayol.
Lulu'yü aramaya çıkan arkadaşı Xavier'nin, Lulu'yü başka bir herifle gördükten sonra kimseye bir şey söylememeyi düşünerek "özel hayatına karışamam" tepkisi o kadar Fransız hissettirdi ki...
Ayrıca sonunda Lulu'nün eşiyle geri dönmesi ve adamın uysallığı, ilişkilerine devam edeceklerini düşündürttü bana ve her şey de eskisi gibi devam edermiş gibi geldi. O zaman bu macerayı niye okuduk biz?!!! diye isyan ediyorum, herhangi bir gerçeğe dayanmayan kurgularımla.
Kitabın sonunun, kitabın başına bağlanması da hoştu. Aynı cümleyle başlayıp aynı cümleyle biten Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş'u getirdi aklıma...