'Kitap gibi film.' benzetmesiyle giriş yapsam bu film için abes kaçmaz herhalde. Ingmar Bergman'ın çoğu filmi kitap gibi ama bu film bana güzel bir roman okurken ne hissediyorsam aynı hissiyatı yaşatmayı başardı. Tabii böyle bir eseri okusak aynı şeyleri hissedemeyiz,…devamı'Kitap gibi film.' benzetmesiyle giriş yapsam bu film için abes kaçmaz herhalde. Ingmar Bergman'ın çoğu filmi kitap gibi ama bu film bana güzel bir roman okurken ne hissediyorsam aynı hissiyatı yaşatmayı başardı. Tabii böyle bir eseri okusak aynı şeyleri hissedemeyiz, gözün gördüğü ile okuduğu bir olmaz öyle değil mi? Neyse ya girişi uzattım. Bence ne demek istediğim anlaşıldı, anlaşılmadıysa da çok önemli değil.
Ingmar Bergman'ın romantik ilişkiler veyahut ailevi sorunsallarından uzaklaştırdığı, bireyin bilinçaltının derinliklerine indiği, bireysel varoşsal sancıların baş gösterdiği bir filmdi.
Film 78 yaşındaki Profesör Isac Borg'u merkezine alıyor. Isac Borg gelini Marianne ile birlikte Stockholm'dan Lund'a doğru, onur doktorasını almak için yola çıkar. Yolda otostopçu bir genç kız ve onun 2 erkek arkadaşını da arabaya alırlar. Genç kız, Profesör Borg'un gençlik aşkına çok benziyordur. Bu benzerlik düşleri ve kabusları ve de geçmiş hatırlarını da ortaya çıkarır. Biz de büyük çoğunluğu rüyalardan oluşan, bilinçaltındaki iyi kötü, temiz kirli düşüncelerin gün yüzüne çıktığı çocukluk ve gençlik hatıralarının rüyalar vasıtasıyla yeniden hatırlandığı bir senaryoyu izleriz.
Filmin ilk başlangıcında görülen rüyada tuhaf, biraz da gerilimli bir film izleyeceğimin işaretini vermişti bana. Bunu da unutmadan ekleyeyim.
Profesörün ilk başta rüyaları rüya değilde fantastik bir film hissiyatı vermişti. Sanki gerçek gibi daha sonraları bunların rüya olduğuna ayıktım. Profesörün her gördüğü rüya bir öncekinden daha tuhaf oldu. Biraz daha bilinçaltına indik sanırım.
Filmdeki karakterlerin çoğu önemliydi. Rüyalarında sık gördüğü ailesini ele alalım mesela. Profesörün çektiği yalnızlığın sebebi de geçmişte bu kadar kalabalık ailede büyümesiydi bence. Gençliğinde olan kalabalıklık ailenin şimdi olmaması üstüne bir de yaşlılığın verdiği 'kimsem yok!' dumuruyla birleşince ortaya bayağı sancılı bir süreç çıkmış.
Çok kısa izlediğimiz kaza yapmalarına sebebiyet veren kavgacı çift bile Isac Borg'un rüyalarında etkiliydi. Onlar da kendi evliliğini gördü bir şekilde. Evliliğini tam olarak göremesekte sakin bir evlilik geçirmediğini anlayabiliriz, bir şekilde. Sakin olmayan hareketli yıllarca süren yaşamdan sonra yaşadığı sukünet profesörde büyük bir sancı yaratmış. İşte Yaban Çilekleri bu sancıyı izletiyor bize.
Bedenen yapılan bir yolculuk esnasında ruhunda yolculuk etmesi. Hem de hiçbir sınır olmadan. Buralarda kendimizi profesöre yakın hissedebiliriz, zira birçoğumuz böyle uzun yolculuklarda düşüncelere, hayallere dalıp ruhumuzu da sınırsız alemde yolculuğa çıkarmışızdır.
Gelelim filmin adının neden 'Yaban Çilekleri' olduğuna. Filmle çok bağdaştıramadığım bu adı araştırmak istedim. Filmde çok kısa bir süre gördüğümüz yaban çileği toplama sahnesinden ötürü olamazdı değil mi? Araştırdım ve bunun İsveç'te bir deyim olduğunu gördüm. Belki sizin de vardır; gizli bir sığınağınız, kendinizle başbaşa kalmak için gittiğiniz bir yeriniz, yeryüzünde cennetiniz. İşte İsveçliler buna 'yaban çileği tarlam.' diyorlarmış. Gizli tuttukları hazineleri için kullandıkları bir sözmüş bu. Isac Borg'da rüyalarında gidiyor bu yaban çileği tarlasına hem mecazen hem de bir kere de olsa gerçek anlamda. Ne kadar da anlamlı bir isimmiş.
Bu arada Isac Borg'da buzdan kale demek. Karakterin kişiliği hakkında biraz olsun ipucu verecek bir isim seçimi. Ingmar Bergman'ın her detayı düşünmesine böyle zekice senaryolar oluşturmasına bayılıyorum. Romantik ilişkiler silsilelerini izlemekten bunalmıştım. Kendisinden birazcık uzaklaşır gibi olmuştuma ama bu filmle birlikte yeniden benim gözümde en iyi yönetmen oldu. En azından melodram, psikolojik senaryolar ve bilinçaltının dışavurumu konusunda en iyisi olduğunu tartışmaya pek de lüzum yok.