robert redford yönetmenliğindeki 1994 yapımı film. temel meselesi etik ikilemler, neyin doğru neyin yanlış sayılabileceği, meslek ahlakı, sermaye medya ilişkisi bağlamında kişilerin üstlendiği roller ile kötülük/ sahtekârlık problemi. tam da bu nedenle müthiş bir john keats dizesi barındırır: "hakikat güzelliktir,…devamırobert redford yönetmenliğindeki 1994 yapımı film. temel meselesi etik ikilemler, neyin doğru neyin yanlış sayılabileceği, meslek ahlakı, sermaye medya ilişkisi bağlamında kişilerin üstlendiği roller ile kötülük/ sahtekârlık problemi.
tam da bu nedenle müthiş bir john keats dizesi barındırır:
"hakikat güzelliktir, güzellik de hakikat
budur bilip bileceğin yeryüzünde, bilmen gereken de"
( aşağı yukarı)
mesaj da budur zaten: hakikate sahip çıkmak, onu üstlenmek, daha doğrusu onu hiçbir koşulda satmamak. çünkü sattığınız anda para ruhunuzu kemirir, köşeye sıkıştırır, bedelini ödetmeden de bırakmaz. mutlaka yozlaştırır ve çürütür.
olayı özetleyelim:
entelektüel dünyaca tanınan bir ailenin oğulları da genç yaşında profesör olmuş iyi bir üniversitede akademisyendir. babasının onur kaynağıdır. bu sıralarda gündelik hayata yeni bir teknoloji dahil olur: “televizyon” baba eski değerlerin temsilcisi olarak muhafazar bir tutumla reddeder bu değişimi. evlat ise cazibesine kapılır. bir bilgi yarışmasına çıkmaya karar verir. adı yirmi bir olan yarışma programını hazırlayan iki adam onu medya için epey kullanışlı bulur reyting için.
sorun/ soru şu:
“sana programdan önce soruların yanıtlarını versek öyle çıkıp yarışsan olur mu?”
bu soru adamımız charles van doren'i önce felaket rahatsız eder. medya düzeninin içine atılan ilk adımda daha sahtekarlık kendini gösterir. yarışmada şike yapılıyor ve yarışı sürekli olarak kazananlar da iş birliği içindedir.
önce "kant bu durumda nasıl bir karar alırdı?” diye düşünür ve hayır, der yanıtları vermeyin. yarışmayı ise kabul eder, fakat çok geçmeden ikna olur ve kendini kandırmaya başlar yanlış bir şey yapmadığına dair.
peki, bu denli açık bir durumda dahi ustelik egitimli kant'tan falan haberdar olan kişinin kafası nasıl karışıp da evet der, kendini ikna eder önce buna bakalım:
kendi zamanında zeki olmak çalışmak şaşı olmak gibi itici bir şeyken şimdi televizyonda kazanan bir entelektüel olarak amerikan halkına model oluyordur ve bu sayede çocuklar gençler eğitime müthiş ilgi duyuyordur. hatta hakkında bir kitap dahi çıkmış dergiye kapak olmuştur. o halde iyi bir şey yaptı.. ( yersen)
çok çalışmış kariyer yapmıştır öğretmenlikten aldığı üç kuruştan daha fazlasını hak ediyordur. haliyle zaten hakkı olanı alıyordur. ( yersen)
babasıyla doğum günündeki edebi alıntılarda atışırken kendini savunma refleksinde açığa çıkar:
oğul: "muhteşem bir iyilik için önemsiz yanlışlar yapılabilir." der örneğin. babasının "bazıları günahla yükselir, bazıları erdemle batar." sözlerine karşılık "çaresiz olmayan şeyler saygı gerektirmeyenlerdir. yapılan yapılmıştır." der.
baba ise erdemli kalmanın, doğru kararlar verme zorluğunu karşısında insanın zayıflığına dair farkındalığıyla uyarır gibidir: "insanın yapmaya çalıştığı, insanın yaptığı, her gün yaptığı, yaparken ne yaptığını bilmediği.."
yani bu kadar emin olma yaptığından, yaparken ne yaptığını bile yeterince bilmiyor olabilirsin. ya da sartre’dan alırsak adlandırmadıkça masum sanırsın kendini ey oğulcuğum.. dikkat.
oğul ise ısrar etmektedir, babanın devri geçmiştir, yaşlıdır günümüzden bihaberdir, sözleri ancak: "önemsiz gürültü patırtı"dır.
yarışmadan kazandığı para dudak uçlatır, herkes çok şaşırır ve yine oğul tepki gösterir: "baba o para gökten zembille inmedi. onun için çalıştım."
[baba: “çalışmak mı???” error]
ayrıca vicdanını rahatlatmak için soruları verin cevapları ben bulayım gibi salakça yollara sapar. salakça diyorum çünkü buradaki ikilemde evet ve hayır epey keskin, olacaksam da daha az sahtekar olayım mantığı budalalık. bazı şeyler ya öyledir ya da böyle.
derken eski yarışmacı dava eder programı ve iyi eğitimli bir hukukçu farklı eyaletten çıkıp gelerek araştırmaya başlar olayın iç yüzünü. bu hukukçu arkadaş adamımızla aynı yaşlarda eğitimli "ortak bir dil" kurabileceği biridir ki zaten bir süre beraber takılırlar. entelektüel ailesine ve kendisine saygı da duyan birisidir. şikeye karışmışsa bile kariyerini kötü etkilememesi için adamın uzak durmasını söyler. ki gerçekte hukukçu da müthiş keskin değerleri olan adalete hakikate bağlı olan birisi olmasına rağmen burada zayıflık gösterir ve eşi ile de fena bir tartışma konusu olur bu tavrı. çünkü eşine göre entelektüel adamımız olayın merkezindedir, kayırılmamalıdır.
eski yarışmacının yanıtları bana da verdiler diyerek avukat goodwin'e itiraf ettiği sırada eşi duyar. kadın o ana kadar ona hayranlık duyarken kalkıp gider. ve aralarında müthiş bir diyalog geçer:
"yanıtları aldığını söylememiştin. bu sahtekarlık."
"babam ne derdi biliyor musun? çok çalışırsan başarırsın. bu dürüst müydü?"
burada düğümlenen bir diğer sorun ile yüz yüze geliriz öteki ahlaki ikilemi çözemeden:
sistemin kendisi doğduğumuzdan itibaren bizi yalanlarla büyütüyor ve kandırıyorsa buna ailemizi öğretmenlerimizi herkesi de suç ortağı kılıyorsa hakikat ile karşı karşıya geldiğimizde tokatı yiyorsak böylesi bir toplumda dürüst kalmanın anlamı nedir? sahtekar bir toplumda "oyunu kurallarına göre oynamanın" ne sakıncası olabilir? yani eski yarışmacının tutumu ve deger algısını şekillendiren de televizyon ile uzlaşmak ondan koparabileceği kadarını koparmak olur.
***
poker masasında avukat goodwin ve entelektüel beyefendimiz doren ahbaplığını sürdürürken yine bazı özenle seçilmiş diyaloglar serpiştirilir:
"vergiler organize hırsızlıktan başka bir şey değil."
"`vergi hırsızlıktır` proudhon'un kitabında yazıyordu."
"gerçeğin bir fiyatı vardır. her şeyin bir fiyatı vardır."
sistemin/ sermayenin sahtekarlığına onun koruyucu ve sürdürücüsü devlet mekanizması da nasibini alır. verginin hırsızlık oluşu devletin de bu sahtekarlık mekanizmanın bir parçası dişlisi olduğunu ifşa etmektedir. ve yine hakikat meselesi.. hakikatin dahi parayla mübadele edilebilecek şeylerden biri oluşu.
avukatımız yılgınlık göstermez niyeti kesinlikle sermaye sahiplerinin/ televizyon ve medya patronlarının suçlarını bastırmak ve onlara hak ettikleri cezaları vermek dize getirmektir. programın en tepesine dek gider ve mahkemeye zorlar:
"nbc'nin başkanıyım 21'in günlük operasyonlarını takip etmem."
"enright'ı kıstırdım. yani sizi de efendim."
"sahi mi? öyleyse terleyen neden sensin?"
off, burası gerçekten felaket. büyük patron kayıtsız kaygısız ve son derece rahattır. o en tepededir hiçbir mesele onu huzurundan edemezliğini farkındadır.
evet, olaylar boka sarmıştır. benim hiçbir şeyden haberim yok böyle küçük olaylarla ilgilenmem diyen büyük patron tabii ki en ufak olaylara dahi karışıp müdahale etmekte yönlendirmektedir filmin başlangıcında yarışmacı reyting kazandırmıyor onu değiştirin emri vermesi gibi. bu kez avukatın olayların dışında kal lütfen bir halt yedinse bile dediği entelektüel adamımızı ziyaret eder patron bir basın açıklaması yaparak yarışmayı akla, savun der. adamımız yok artık dostum beni karıştırma tavırlarına geçse de patron bu erdemli değer sahibi ayaklarını geç kendini sattın çoktan bize der bakışları ile. ve şu sorusu ile:
"sana çok iyi davranmadık mı? içimizden biriymişsin gibi davranmadık mı?"
hahhah. acayip aşağılayıcı. gerçekten de iyiliğe sormuşlar nereden geliyorsun ananı siktim oradan, atasözünde olduğu gibi çok iyi davrandılar. ve tüm değerlerini/ kişiliğini özsaygısını da sikmiş olarak.
adamımız dolarları harcarken yerken iyiydi mecbur gidip basın açıklaması yapacağız diye düşünerek gider yalanlar şikeyi. ve haliyle boka sarıp mahkemeye çağrılır.
bu sırada entelektüel baba hala üniversitede derslerine hevesle devam etmektedir. dersin konusu özenle seçilmiştir:
"don kişot hayattır. ... şövalye olmak istiyorsan şövalye gibi davran."
don kişotluk. toplumda alay konusu olurken dahi kendi değerlerin için mücadele etmeye devam etmek fikri.. yani nasıl olmak istediğimize dair bir fikrimiz varsa bu koşullardan sermayeden toplumdan paradan itibardan bağımsız biçimde tamamen olmak istediğimiz kişi gibi davranıp edimde bulunarak bunu sağlamak gerçekleştirmek mümkün, demek oluyor.
evet, mahkeme görülür. avukatın umduğu gibi değil ama:
goodwin:
"ben televizyonu suçlayacağımızı sanıyordum. gidişata bakılırsa televizyon bizi alt edecek."
çünkü ceza sermaye sahiplerine değil küçük adamlarına kesilir. zaten programı hazırlayan da sistemin nasıl döndüğünü biliyordur. patronu suçlamak budalacadır, sistem dışı kalmaktır. cezayı üstlen ve geri dönüp daha çok kazan. ki zaten filmin sonundan hapisten çıkınca tv de çok para kazandığını öğreniriz.
programı hazırlayan ile mahkemedeki diyalogu epey ilginç. yine sistemin desteklediği faydacılık felsefesi'nin ucube mantığı burada da düşünme biçimi olarak iş görüyor. herkesin keyfi yerindeyse bir yerde bir sahtekarlığın yapılmış olması neden sorun olsun ki? bırakınız yapsınlar etsinler kazansınlar.
ve tabii sona bıraktığım adamımızın mahkemedeki itiraf metni,
başlangıçta mahkemede övülür çok içten bir itiraf sunduğu için. fakat bu da bir tehlike. çünkü çok içten pişman olduğumuzda dahi sistem kolayca bizi yüceltip sonuçlarından azade kılarak değişmemizi engelleyebilir. yanlışlarımız hatalarımız parlatılmamalıdır. hak ettikleri muameleyi görmelidirler, kendimizden utanmak hissini çekip almalarına izin vermemeliyiz bir anlamda deneyim elde etmek değişmek istiyorsak. bedelini ödemeliyiz.
ve tabii güzel olmak istiyorsak. çünkü başa dönecek olursak,
yeryüzündeki tek hakikat güzelliktir tek güzellik de hakikate sadakat.