"Bir zamanlar insanlık olarak bilinen şu vahşi mezbahada hala ufak da olsa bir umut ışığı kalmış." Wes Anderson'dan izlediğim 6. filmi listeme eklemekten duyduğum büyük memnuniyeti belirterek yazıma başlamak istiyorum. İlk izlediğimden beri şahsına münhasır tarzına hayran kaldığım Anderson, bu…devamı"Bir zamanlar insanlık olarak bilinen şu vahşi mezbahada hala ufak da olsa bir umut ışığı kalmış."
Wes Anderson'dan izlediğim 6. filmi listeme eklemekten duyduğum büyük memnuniyeti belirterek yazıma başlamak istiyorum. İlk izlediğimden beri şahsına münhasır tarzına hayran kaldığım Anderson, bu filmiyle de görsel bir şölene imza atmış. Sinematografi açısından izlediğim diğer beş filmine nazaran Büyük Budapeşte Oteli kesinlikle zirve noktası olmuş. Ancak kurgusu için aynısını söyleyemeyeceğim. Eğlenceli ve temposu yüksek bir film. Kenara not aldığım pek çok edebi repliği de içeriyor. Gel gelelim görsellik o kadar ön plandaki hikayesi sönük kalıyor. Yine de seyir zevki yüksek olduğu için hikayenin arka planda oluşu beni izlerken rahatsız etmedi. Diğer filmleriyle kıyasladığım anda fark ettiğim bir detay oldu (Bahsettiğim filmleri: Rushmore, The Royal Tenenbaums, Hotel Chevalier, The Darjeeling Limited, Fanstastic Mr. Fox). Bu beş filmde yine Anderson'ın imzası olan renk paletleri göze çarpıyor fakat Budapeşte Oteli'ndeki kadar yoğun ve çarpıcı değildi nezdimde. Buna karşın senaryolarının daha doyurucu olduğunu düşünüyorum.
Filmin kurgusu demişken yavaştan konusuna geçmek istiyorum.
Film, Avrupa'da Zubrowka Cumhuriyeti adında uydurulmuş bir ülkedeki Budapeşte Oteli'nin sahibi Mustafa Bey'in, bir zamanlar otelin belboyu Zero (takma adı buymuş) iken nasıl otelin sahibi olduğunu bir yazara anlatmasını konu ediniyor. Filmin en can alıcı kısımlarından birinin de burası olduğunu düşünüyorum. Zira Mustafa Bey filmdeki tek anlatıcı değil. Film, söz konusu yazarın "Büyük Budapeşte Oteli" adlı kitabını elinde tutan bir kızın kitabı açmasıyla başlıyor. Önce yazarımızın anlatıcılığına tanıklık ediyoruz sonra Mustafa Bey'in anlatımıyla hikayenin içine giriyoruz. Matruşka bebekleri gibi katman katman işlenmiş bir kurgu. Filmi güzelleştiren bir başka detay ise her dönem geçişinde kamera ölçeğinin (ölçek mi deniyor tam emin değilim ama) değişmesi ve bu ölçeklerin bahsi geçen dönemde sinemada kullanılan ölçeklere uygun seçilmesi. Wes Anderson böyle küçük oyunlarla filme çekiyor bizi. Tabii bu filme çekilmemizin nedenlerinden sadece bir tanesi.
Beni asıl filme çeken başından sonuna kadar bir masalın içindeymişim gibi gözlerimi alan görselliği oldu. Anderson'ın renkleri, simetriyi ve açıları kullanış şekli öylesine sanatsal ki her dakika bir başka tablonun içine girmiş gibi hissetmekten kendimi alamadım. Büyük Budapeşte Oteli ile estetik değeri yüksek, incelikli bir yapım sunulmuş bizlere. Bilhassa da dış mekan çekimleri çok hoşuma gitti. Dış mekanların sette çekildiği biraz belli olmasına rağmen izlerken heybetli dağların tepesinde, lapa lapa kar yağarken bir köşede oturup Türk kahvesi içmeyi sonra da karın içinde yuvarlana yuvarlana gezmeyi öyle çok istedim ki...
Oyunculuklar ve karakterler de çekimleri kadar harikaydı. Yazımın bu kısmına kadar bahsetmediğim filmin ana karakteri olan otelin konsiyerji Gustav, ilginç kişiliği ile filmin mizahi yönünü beslemiş. Her hareketi ayrı olay olan, enerjik, aynı anda hem kibar hem kaba olmayı beceren ve Budapeşte Oteli'ni Budapeşte Oteli yapan karakter Gustav. Hayatını ve dokunduğu her şeyi romantize eden biri. Gustav'ı, özellikle de Zero ile dostluğunu izlemek çok tatlıydı. Tam Gustav'ın ne kadar bencil ve çıkarcı bir adam olduğunu düşünüyorken tren sahnelerinde Zero'ya arka çıktığını görmek karakterin başka boyutlarının da olduğunu anlamamızı sağlıyordu. Burada Tren sahnelerine bir parantez açmak istiyorum. Tren sahnelerinde savaşa ve rejim değişikliklerine yer veriliyor. Wes Anderson bunu arka planda o kadar güzel bir dengede vermiş ki filme hiçbir dramatiklik katmadan ama savaşın ve baskının tüm yıkıcılığını da hissettirerek göstermiş.
Bu parantezi kapatıp tekrar oyunculara dönecek olursak Gustav'ı canlandıran Ralph Fiennes çok iyi bir iş çıkartmış. Karakterin dinamikliğine bir de tiyatral bir hava katarak Gustav'ı canlandırmamış yaşamış.
Ve tabii ki başlı başına kendisi de bir karakter niteliği taşıyan Budapeşte Oteli...Zarif pembe tonlarında boyanmış dış cephesi bizi içine çekiyor resmen. Büyük Budapeşte Oteli'nin mimarisi, Karlovy Vary'daki tarihi Bristol Palace Hotel ve Grandhotel Pupp otellerinden ilham alınarak çizilmiş. Bu bilgiyi öğrenir öğrenmez her iki oteli de araştırdım ve her ikisinin de mimarisine hayran kaldım. Allah, dünya gözüyle de gidip görmeyi nasip etsin (Gitmişken konaklarım da inşallah).
Her daim hareketli, kalabalık ve canlı olan iç cephesinde ise kırmızı tonlar hakim. Otel çalışanlarının mor renkli kıyafetleriyle mükemmel bir kontrast oluşturulmuş. Sadece renkleriyle değil; gösterişli avizeleri, yüksek tavanı, incelikli işlemeleriyle ilgimizi çeken halıları ve kıvrımlı uzun merdivenleriyle otelin içi de dışı kadar ihtişamlı.
Bizi sanatsal doyuma ulaştıran eser, başladığı gibi de bitiyor. Matruşka bebekleri gibi iç içe geçmiş bu hikayenin adım adım ilk durağına dönüyoruz. Önce Mustafa ve genç yazarın yanına sonra yazarın yaşlı haline. En nihayetinde de baştaki kızın Büyük Budapeşte Oteli adlı kitabı kapatmasıyla son buluyor film.